13 Mayıs 2012 Pazar
1
6. Hafta: MUDANYA ATEŞKESİ VE NİHAYİ BARIŞ LOZAN
Özet:
Bu bölümde, Kurtuluş Savaşı’nın Büyük Taarruz sonrası Mudanya Mütarekesi’ne kadar olan
askeri ve diplomatik süreci incelenecektir. İsmet İnönü başkanlığında, Münir Ertegün, Hikmet
Bayur, Ruşen Eşref Ünaydın, Yahya Kemal Bayatlı gibi isimlerin de bulunduğu Türk
delegasyonu, Lozan Konferans’nda Türkiye’yi temsil etmek amacıyla görevlendirilmiştir. 20
Kasım 1922 tarihinde başalyan konferansa iki buçuk ay sonra ara verilmiştir. Daha sonra 23
Nisan 1923 tarihinde yeniden toplanan konferans üç aylık bir çalışmadan sonra 24 Temmuz
1923’de devletlerarası antlaşmanın imzalanmasıyla sona ermiştir.
Başta Trakya sınırı, Boğazlar Meselesi, Ege Denizi, Kapitülasyonlar, Azınlık Hakları ve
Osmanlı borçları olmak üzere benzeri konularda alınan kararlar dahilinde Lozan Antlaşması,
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 23 Ağustos 1923 tarihli toplantısında 227 üyeden 213’ünün
olumlu oyu ile onaylanmıştır.
6. Hafta: MUDANYA ATEŞKESİ VE NİHAYİ BARIŞ LOZAN
Büyük Taarruzun sonuçları başta İngilizler olmak üzere Batı kamuoyunu şaşırtmıştı. 4 ve 7
Eylül tarihlerinde Yunan tarafı, Anadolu’nun boşaltılması esası üzerinden ateşkes
imzalanmasını bağlaşıklarına bildirmişlerdi. Ancak Türk ordusunun ilerleyişi sonucu 18 Eylül
tarihinde Anadolu işgalci güçten temizlenmişti. Kısacası bu tarihte Anadolu’nun boşaltılması
söz konusu değildir. Bunun yanı sıra Boğazlar, İstanbul ve Doğu Trakya sorunları vardı.
Zaferin ardından Türk birliklerinin bir kısmı İzmit ve Çanakkale’de bulunan İngiliz
kuvvetleriyle karşı karşıya gelmişlerdi. Durum kritikti. Doğu Trakya ve İstanbul’un
kurtarılması için ordunun bu birlikleri aşması gerekiyordu. İngilizler Doğu Trakya ve
İstanbul’u Türklere bırakmak istemiyorlardı. Bunun için de silahlı çatışma kaçınılmazdı.
Özellikle Lloyd George hükümetinin devrilmekten kurtarılması, ortak İngiliz-Yunan
çıkarlarının olabildiğince korunması İstanbul’un İngilizlerin elinde kalmasıyla mümkündü.
İngilizler buradaki birliklerini güçlendirirken Fransız ve İtalyanlar İngilizleri yalnız bıraktılar; 2
Çanakkale ve İzmit’teki kuvvetlerini çektiler. Böylece İngiliz ve Türk ordusu karşı karşıya
kaldı. Londra-Paris-İzmir arasında yoğun bir diplomatik trafik başladı. İngiliz hükümeti
İstanbul’daki temsilcileri General Harrington’a kesin emir vererek, kendi birlikleri üzerine
ateş açılırsa hemen karşılık verilmesini istedi. Öte yandan İstanbul’un Türklere bırakılmasına
razı oldu. Türk tarafı boğazların serbestliğine karşı olmadığını belirtince sorun Doğu Trakya
üzerinde düğümlendi.
Büyük Zaferi destekleyen Fransız kamuoyunun baskısı, Rusya ve İtalya’nın siyasal
yardımlarıyla sonunda ateşkes görüşülmeye karar verildi. Mondros Ateşkes’inin hala
yürürlükte olduğunu ileri süren İngiltere’nin geri adım atmasıyla 3 Ekim günü Mudanya’da
Batılı müttefikler, Yunanistan ve Türkiye temsilcileri bir araya geldiler. Bunalımlı evrelerinin
sonunda 11 Ekim 1922’de Ateşkes imzalandı. İlginç nokta ateşkes metininde Yunanistan’ın
imzası yoktu. Ateşkesin uygulaması İngiltere, Fransa ve İtalya hükümetlerine bırakılmıştı. Bu
garip durum 14 Ekimde Yunanistan’ca düzeltildi ve bu tarihte yayınlanan hükümet bildirisi
ile “Ateşkes protokolünü katılmaya Yunanistan’ın kendini mecbur gördüğü” belirtildi.
14/15 Ekim gecesi yürürlüğe giren mütareke hükümlerince Yunan kuvvetleri Doğu
Trakya’dan hemen çekilmeye başlayacak ve 15 gün içinde bölgeyi tamamen boşaltacaklardı.
TBMM hükümetinin jandarma birlikleri Doğu Trakya’ya geçeceklerdi. 19 Ekim 1922’de
Başkomutanlık Olağanüstü Temsilcisi atanan Refet Paşa büyük gösteriler eşliğinde İstanbul’a
girdi. Müttefikler 27 Ekim 1922 günü TBMM Hükümetine barış konferansının 13 Kasım’da
İsviçre’nin Lozan kentinde başlamasını önerdiler. Görüşmeler sonucunda bu teklif kabul
edildi.
Bundan sonra Ankara Hükümeti için görüşmelerde Türkiye’yi temsil edecek delagasyonu
belirleme işi kalıyordu. Genel kanı baş müzakereci olarak o zaman Dışişleri Bakanı olan
Yusuf Ziya Tengirşenk’in göderileceğiydi. Oysa Mustafa Kemal Paşa bu zorlu mücadele
İsmet Paşa’yı bu pozisyona uygun görüyordu. Nitekim Mustafa Kemal’in İsmet Paşa’yı
Dışişleri Bakanı ve dolayısıyla barış görüşmelerinde başdelege yapabilmek için, istifa
etmesini isteyen 24 Ekim 1922 tarihli telgrafını alınca derhal istifa etti. İsmet Paşa Dışişleri
Bakanlığı’na seçildi.
28 Ekim 1922’de müttefiklerin İstanbul temsilcileri Lozan’da yapılacak Barış Konferansı’na
Ankara ve İstanbul hükümetlerinin temsilci göndermelerini istediler. İngiltere’nin amacının 3
barış masasında Ankara’yı zayıf düşürmek olduğu açıktır. İstanbul hükümeti Sadrazamı
Tevfik Paşa da 17 Ekim’den beri sürekli telgraflar çekerek ortak davranış öneriyor ve kararsız
bir durumda bulunuyordu. İşte bu koşullar altında 1 Kasım 1922 tarihinde Meclis’e verilen bir
yasa önerisinin kabulü ile padişahlık ve halifelik birbirinden ayrıldı ve padişahlık kaldırıldı.
Vahdettin ise 17 Kasım 1922’de bir İngiliz gemisi ile Malta’ya geçti. Millet meclisi 18 Kasım
1922’de Osmanoğulları’ndan Abdülmecit Efendi’yi halife olarak seçti.
İstanbul’daki müttefik temsilcileri 4 Kasım 1922’de verdikleri bir nota ile yapılması önerilen
Barış Konferansı için 13 Kasım 1922 tarihini bildirmişlerdi. Gerçekten Türk Temsilciler
Kurulu buna uygun olarak 11 Kasım 1922’de Lozan’a geldi, fakat konferansın bir hafta
ertelendiğini öğrendi. Bunun üzerine Paris’e geçen İsmet Paşa burada Fransız Başbakanı
Poincaré ile görüştü ve değişik toplantılara katıldı.
Lozan’a başdelege olarak katılan İsmet Paşa’nın yanısıra Sağlık Bakanı Dr. Rıza Nur ve eski
Maliye Bakanı Hasan Bey (Saka) delege olarak katılıyorlardı. Bunların dışında da geniş bir
danışman ve çevirmen topluluğu bulunuyordu.
Lozan Konferansı’nın başkanı, aynı zamanda İngiltere Dışişleri Bakanı olan Lord Curzon’du.
Davetçi ülkeler İngiltere, Fransa ve İtalya, katılan ülkeler ise, bu üç ülke ve Türkiye dışında;
Yunanistan, ABD, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı (Yugoslavya) ve Japonya idi.
Boğazlar sorunu görüşülürken; Bulgaristan, Rusya, Ukrayna ve Gürcistan temsilcileri de
toplantılara katılmışlardı.
İngiltere temsilcisi Lord Curzon, İsmet Paşa için zorlu bir diplomat idi. Kaldı ki; Kral
Konstantin’in Yunanistan’ı terketmesinden sonra yeniden Başbakanlığa gelen Venizelos da,
Avrupa siyasal yaşamında çok tanınan, ağırlığı olan usta bir diplomat idi.
Lozan Konferansı açılış toplantısı 20 Kasım 1922’de Montbenon Gazinosu’nun büyük
salonunda yapıldı. İsviçre Konfederasyonu Başkanı M. Haab’ın konuşmasıyla açılan
toplantıyı izlemek üzere gelenler arasında Fransız Başbakanı Poincaré ve İtalya Başbakanı
Mussolini de bulunuyordu. Hazırlanan programa göre M. Haab’ın konuşmasını Lord
Curzon’un yanıtlamasından sonra tören sona erecek ve konferans çalışmalarına Ouchy
Şatosu’nda başlayacaktı. Ancak İsmet Paşa “eşitlik” ilkesinden yola çıkarak, Lord Curzon’un 4
konuştuğu bir toplantıda kendisinin de konuşması gerektiğini ileri sürdü ve açılış töreninde bir
konuşma yaparak Türkiye’nin barış konusundaki duyarlığını belirtti.
Gerçekten İsmet Paşa’nın konferans başlarken görülen iki temel sorunu vardı. Bunlardan
birincisi eşitlik ilkesiydi. Türkiye kendini konferans için çağrı yapan ülkeler kadar yetkili
görüyor ve bundan haklı olarak ödün vermek istemiyordu. İkinci sorun ise müttefiklerin, Türk
delegelerini I. Dünya Savaşı’nın “yenilmiş” Türkiye’sinin temsilcisi olarak görmeleri ve buna
göre tutum almalarına karşın, İsmet Paşa kendilerini Ulusal Savaş’ın “yenmiş” Türkiye’sinin
temsilcisi olarak görüyor ve buna uygun bir tavır bekliyordu.
Lozan Konferansı’nın 20 Kasım 1922’de kabul edilen iç tüzüğünün, beşinci maddesine göre
konferansa davet yapan ülkelerden her birinin bir temsilcisinin başkanlığını yapacağı üç komisyon
kuruluyordu. Birinci komisyon, İngiliz delegesi Lord Curzon’un başkanlığı altında çalışacaktı
ve “Ülke ve Askerlik Komisyonu” adını taşıyan bu komisyon “Boğazlar rejimini” de ele
alacaktı. İkinci komisyon, “Türkiye’de Yabancılar ve Azınlıklar Rejimi Komisyonu” adını
taşıyordu ve başkanlığını İtalya delegesi Garroni yapıyordu. Fransız delegesi Barer’in
başkanlığını yaptığı üçüncü komisyon Maliye ve İktisat Sorunları Komisyonu adını taşıyordu
ve kendi içinde beş yardımcı komisyona bölünmüştü.
Bu yan komisyonlardan birincisi; Düyun-u Umumiye’nin bölüşümü, işgal giderlerinin
Türkiye tarafından ödenmesi, Yunanlılar’dan Türkiye’nin istediği ödenti gibi salt maliye
sorunlarıyla ilgileniyordu. İkinci yan komisyon; limanlar, demiryolları, posta, telgraf, hava
ulaşımı, kambiyo vb. gibi ulaşım ve ulaştırma işleriyle ilgilenecekti. Üçüncü yan komisyon;
ticaret, gümrük tarifeleri, ticaret gemileri, emlak, edebiyat hakları, güzel sanatlar vb. gibi
hususlarla uğraşacaktı. Dördüncü yan komisyon ise iktisat sorunlarıyla ilgilenecekti. Bunlar
arasında savaş ve işgal dönemine ilişkin sorunlar, Türkiye tarafından zaptedilen mülklerin
verilmesi, terk edilen topraklardaki Türk mülkleri sorunu vb. vardı. Beşinci yan komisyon ise,
sağlık sorunlarıyla ilgilenecekti.
Lozan Konferansı 20 Kasım 1922’de başladıktan iki buçuk ay sonra 4 Şubat 1923’de kesildi.
Daha sonra 23 Nisan 1923’de yeniden toplanan konferans, üç aylık bir çalışmadan sonra 24
Temmuz 1923’de antlaşmanın imzalanmasıyla sona erdi.5
Konferansın temel sorunları; Trakya’daki sınır, Boğazlar’ın durumu ve geleceği,
Yunanistan’ın ödemesi istenen savaş ödentisi, Musul ve özellikle “kapitülasyonlar”dı. Ayrıca
Osmanlı borçlarının “ülke esasına” göre ödenmesi konusunda Ankara’nın ödünsüz bir talebi
vardı.
Kapitülasyonlar konusunda müttefikler akıl almaz bir tutum içindeydiler ve sürdürülmesini
istiyorlardı. İsmet Paşa’nın bu konuda kesinlikle belirttiği görüş şuydu: “Türkiye
kapitülasyonlar yerine hiçbir şekil, hiçbir kayıt, hiçbir imtiyaz kabul edemez, etmeyecektir!”
Uzun tartışmalara yol açan Musul sorunun çözümü de konferans sonrasına bırakıldı.
Konferansın ilk döneminde üzerinde ana hatlarıyla anlaşmaya varılan bir konu Boğazlar
Rejimi oldu. Rusya’nın karşı çıkmasına rağmen İsmet Paşa Boğazlar’da uluslararası bir
denetimi kabul etti.
Ancak mali sorunlarda anlaşmaya varmak mümkün olmuyordu. Gerek Ulusal Savaş sırasında
ve gerekse sonrasında Ankara’yı sürekli desteklemiş bulunan Fransa, Fransız firmalarının
çıkarlarının sözkonusu olduğu bu hususta, katı bir tavır takınmıştı. Örneğin Fransız firmaları
Osmanlı borçlarının altınla ödenmesini istiyor, Türkiye ise Fransız Frankı’yla ödemek
istiyordu.
Ocak 1923 başında Ankara’ya gelen Hasan Bey, Lozan’daki gelişmeler konusunda meclise
bilgi verdi. Ancak yakında bir barış görünmüyordu. Zira Lord Curzon çıkarları sözkonusu
olan İtalya ve Fransa’nın da desteğini sağlamıştı. Sonunda müttefiklerin verdikleri bir
anlaşma metni önerisi İsmet Paşa tarafından kabul edilmeyince konferansa ara verildi. İsmet
Paşa Ankara’ya döndükten sonra mecliste açık ve gizli oturumlar şeklinde çok uzun ve sert
tartışmalar yapıldı. İkinci Grup, Lozan’daki delegelerin özellikle Musul sorununda ödün
verdiğini ve “Misak-ı Milli”nin yaralandığını ileri sürüyorlardı. Aslında İkinci Grup bu
tartışmalarla temelde Mustafa Kemal’i yıpratmaya çalışıyordu. Nitekim tüm bu kıyasıya
tartışmalardan sonra ortaya somut bir şey konulamadı.
Çeşitli arabuluculuk girişimlerden sonra Lozan Konferansı ikinci kez 23 Nisan 1923’de
toplandı. Konferansın bu döneminde Türkiye, Yunanistan’dan istediği savaş ödentisi yerine
Karağaç’ı ödenti olarak kabul ediyordu. Kapitülasyonlar kaldırılıyor ve Osmanlı borçlarının
ödenmesi “ülke temeline” göre ve Fransız Frankı’yla yapılıyordu. Ancak her şeye karşın uzun 6
süren görüşmelerden sonra anlaşma 24 Temmuz 1923’de imzalandı. Artık dış savaşım
dönemi de sona ermişti.
Lozan Andlaşması’nın 1. maddesine göre; Türkiye ile Fransa, İngiltere, İtalya, Japonya,
Yunanistan, Romanya, Yugoslavya arasındaki savaş durumu antlaşmanın yürürlüğe girişi
tarihinden başlayarak bitmiş oluyordu.
Meriç Nehri’nin batısına dek Doğu Trakya Türkiye’nin olacaktı (madde 2). Suriye sınırı 30
Ekim 1921 tarihli Türk-Fransız Antlaşması’nın 9. maddesine göre düzenlenen sınır olacaktı
(Daha sonra İskenderun ve Hatay sınırlarımızın içine diplomatik bir savaşım sonucu
alınacaktır).
Irak sınırının saptanması antlaşmanın yürürlüğe girmesinden sonraki dokuz aylık bir süre
içinde Türkiye ile İngiltere arasında görüşme yoluyla çözümlenecekti (Musul bu görüşmelerin
sonunda İngiltere’ye terkedilecektir).
İmroz, Bozcaada ve Tavşan Adaları Türkiye’ye (madde 12); Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya
Adaları Yunanistan’a bırakılıyordu (madde 13). Ancak Yunanistan bu adalarda hiçbir deniz
üssü kuramayacak, tahkimat yapamayacak, fazla asker bulunduramayacak ve Anadolu kıyıları
üzerinde askerî uçak uçuramayacaktı.
Türkiye Mısır’la ilgili borç yükümlülüklerinden tümüyle kurtulmuş oluyordu (madde 18).
Ayrıca Türkiye, Libya’daki ayrıcalıklarından vazgeçiyor (madde 22). Kıbrıs’ın İngiltere’ye
katılışını tanıyordu (madde 21).
Türkiye’de kapitülasyonlarlar, her bakımdan ve tümüyle kaldırılıyordu (madde 28).
Ege Denizi’nde İtalya işgalinde bulunan adalar İtalya’ya bırakılıyor (madde 15), 5 Kasım
1914 başlangıç olmak üzere Türkiye, Mısır ve Sudan üzerindeki tüm haklarından
vazgeçiyordu (madde 17).
Azınlık hakları karşılıklı eşitlik temelinden yola çıkılarak ve bu konudaki uluslararası
antlaşmalar çerçevesinde çözümleniyordu (madde 37-45).7
Osmanlı borçları “ülke temeline” göre takside bağlanıyordu.
Boğazlar’da geçiş serbestisi ilke olarak kabul ediliyordu (madde 26). Boğazlar Rejimi’ni
düzenleyen aynı tarihli sözleşme, “bu antlaşmanın içindeymiş gibi, aynı güç ve değerde”
oluyordu (Boğazlar Rejimi daha sonra Montreux Sözleşmesi’yle yeniden düzenlenmiş ve
günümüzdeki statüsüne kavuşturulmuştur).
Lozan Antlaşması, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 23 Ağustos 1923 tarihli toplantısında
227 üyeden 213’ünün olumlu oyu ile onaylanmış aynı gün İstanbul ve Boğazlar bölgesindeki
müttefik donanması ve kuvvetlerinin derhal Türk topraklarını terketmeleri istenmiştir.
Gerçekten müttefikler 2 Ekim 1923’te İstanbul’u terk edecekler ve 6 Ekim 1923’te Türk
ordusu kendisini yürekten bir coşkuyla bağrına basan Türk İstanbul’a girecektir. Lozan
Antlaşması yeni Türkiye’nin temelindeki en önemli siyasi metindir. Yenilmiş, işgale uğramış
bir ülkenin verdiği onurlu bir mücadelenin ardından uluslararası düzende eşit haklara sahip,
tam bağımsız olma niteliğini kazandığının diplomatik formülasyonudur. Bugün Lozan
Antlşaması kimi çevrelerde eleştirilere uğramaktadır. Oysa bu antlaşmanın önemini
anlayabilmek için Sevr ile kıyaslamak ve o günkü Türkiye’nin sosyo-ekonomik koşullarını
dikkate almak gerekmektedir. İsmet Paşa’nın belirttiği gibi: “I. Cihan Harbi’nden kalan
muahedelerin hiçbirisi yaşamaz. Yalnız Lozan Muahedesi ayaktadır... Lozan Muahedesi
Türkiye için esaslı değerini ve uluslararası münasebetlerde kılavuz olacak ilkeleri taşımakta
devam etmektedir.”
Lozan’ın başarısının ardında yatan itici güçler hakkında şunlar söylenebilir:
- Birinci etken askeri başarı olgusudur. Anti-emperyalist savaşın zaferle sonuçlanmış
olmasıdır.
- İkinci faktör taleplerin haklı ve gerçekçi oluşuyla ilgilidir. Ulusal tez başından beri
haklı ve meşru taleplere dayanıyordu. Misak-ı Milli gerçekçiydi, anavatan ve millet
kavramıyla sınırlıydı.
- Üçüncü neden siyasal düzeyde kavranabilir. Halk ile yönetim birlikteliği. Ülke belki
de ilk defa olarak halk ile ulusal önderliğin işbirliğine sahne olmuştu. Lozan’a 8
gidilirken bu tarihsel ittifakın gücü hissediliyordu. Sözü işin mimarı İsmet Paşa’ya
bırakmak gerekirse “Yaşamaya yetecek güçte olduğumuzu belirtmeye gitmiştik.
Kuvvetli durumdaydık. Reddediyoruz dediğimiz zaman milletin de reddedeceğini
biliyorduk.”
Ulusal Kurtuluş Savaşını Yorumlamak
Lozan Barışı ile sona eren Kurtuluş Mücadelesini (KM) yorumlamak sonraki gelişmeleri ve
Türk Devrimi sürecini de doğru anlayabilmek açısından büyük önem taşımaktadır. Her
şeyden önce bu mücadele dünyadaki ilk bağımsızlık hareketi değildir. 18. yüzyılda Kuzey
Amerika halkının İngiltere’ye daha sonra da Latin Amerika halklarının Portekiz ve İspanyol
sömürgecilere karşı ayaklanıp bağımsızlıklarını elde ettiklerini biliyoruz. Bunlar birinci kuşak
bağımsızlık savaşları olarak değerlendirilebilir.
Anadolu’daki KM 20. yüzyılın başarıya ulaşmış ilk kurtuluş hareketidir. Daha öncekiler
klasik sömürgeciliğe karşı hareketlerken burada tekelci kapitalizm çağında bu sistemin bir
ürünü olan emperyalizme karşı bir başkaldırı söz konusudur. Bu açıdan kronolojik olarak ilk
bağımsızlık savaşı olmasa da KM emperyalizme karşı ilk mücadeledir. Bu yönüyle KM ikinci
kuşak olarak değerlendirilebilir. Üçüncü kuşak bağımsızlık hareketleri ise II. Dünya Savaşının
ardından başlayacaktır. Burada iki ana kategori vardır. Nazi ve Faşist işgallere karşı ulusal
kurtuluş hareketleri ile sömürgeciliğe karşı bağımsızlık hareketleri. Birinci gruba örnek Doğu
Avrupa ve Balkan ülkeleridir. İkinci grup daha geniş olup Asya ve Afrika ülkelerini
kapsamaktadır.
Türkiye faşist nazi işgaline uğramdığı ve tarihinde hiçbir zaman sömürge olmadığı için KM
ne nazi-faşist işgale ne de sömürgeci anavatana (metropol) karşı bir mücadeledir. Bu
bakımdan öncekilerden ayrılır.
İdeolojik haritaları açısından ulusal bağımsızlık hareketleri çok renklidir. Burada üç ana çizgi
ortaya konabilir. Burjuva-milliyetçi, sosyalist-komünist ya da dinci-İslamcı tonlamalar. 18 ve
19. yüzyıldakiler birinci gruba girmektedirler. 9
Türkiye’de ulusal direniş sırasında İslam birliği çok önemli bir kaynaştırıcı unsurdu. Fakat
yerel ve ulusal önderlikler kurtuluş savaşını dini olmayan, dünyevi ve evrensel kavramlarla
meşrulaştırmayı yeğlediler. Kullanılan temalar milliyetçi kavramlardı. Bu açıdan Anadolu
hareketi ideolojik yerini burjuva-milliyetçi grupta almıştır. KM işçi ya da işçi köylü ittifakı
temelli olmayıp kentli orta sınıf önderliğinde ve bütün halk sınıflarını kapsayan bir hareket
niteliği göstermektedir.
Anadolu’daki bağımsızlık hareketi emperyalizme karşı olmakla birlikte Batının evrensel
değerleriyle çatışma içine girmemiştir. Bir sistem olarak emperyalizm ile halklar hatta
emperyalist ülkelerin halkları arasındaki ayrımın altını çizen bir çok örnek vardır.
Kurtuluş savaşını bağımsızlık mücadelelerinin örgütlenme tarzları açısından da
inceleyebiliriz. Bu hareketler askeri örgütleniş olarak üç ana model etrafında gelişirler. Gerilla
savaşı, halk savaşı ve düzenli ordu. KM bunlardan üçüncüsü kapsamında değerlendirilebilir.
Savaşın sivil örgütlenmesi de önemlidir. Bir kere genelde bu tip savaşların örgütlenmesinde
bir öncü parti ya da aynı amaçla kullanılan bir cephe vardır. Türkiye örneğinde parti yoktur.
Cephe örgütü olarak tanımlanabilecek ARMHC ise bir parti ya da siyasal organizma değildir;
kendini böyle sunmamaktadır.
Diğer ülkelerde kurtuluş mücadelelerinde kurtuluşçu örgütler şartların zorlamasıyla genelde
yasadışı olarak yeraltında çalışmaya mahkumdurlar. Kapalı hücre usulüne dayalı girişi ve
çıkışı zor örgütlerdir. Türkiye örneğinde ise hareketin siyasal örgütlenmesi açık, yasal,
saydam ve esnek yapılıdır. Bunun başlıca örgütsel modelleri cemiyetler, kongreler, Heyeti
Temsiliye ve heyeti milliye tarzı aktif kurullardır. İşgal altında olmayan bölgelerin varlığı ve
genişliği bu tür örgütlenmeyi mümkün kılmıştır.
Üzerinde durulacak son bir konu ise bu savaşın niteliğinin emperyalizme karşı olup
olmadığıdır. Kimilerinin iddiası bunun bir Türk-Yunan savaşı olduğu yönündedir. İkinci
görüşü savunan bazı yazarlar İngiltere’deki savaş karşıtı kanatları, emparyal güçler arasındaki
çelişkilere ve Kemalistlerin bunlardan yararlanışına işaret ederler.
Bir kere görmek gerekir ki emperyalizm zaten bir bütün değil çelişkili bir olgudur.
Emperyalist bir kamp ilkin Çarlık Rusya’sının yıkılışıyla ilk çatlağını vermiştir. Daha sonra
İngiltere, Fransa ve İtalya arasında Türkiye topraklarının paylaşımı konusunda çelişkiler 10
doğmuştur. Yunanistan’a İngiltere tarafından verilen pay Fransa ve İtalya’yı tedirgin etti ve
pasifliğe itti. Sonradan Fransa Ankara ile anlaşma yaparak kendini geri çekti. İtalya’da onu
izledi. Yunanistan/İtilaf çekişmesi 1921 ilkbaharından itibaren İngiltere’nin Yunanistan’ı aktif
desteğini çekmesiyle sonuçlandı. Emperyalist ülkelerin ve alt-emperyalist Yunanistan’ın
kendi içlerinde bile savaş yanlısı ve karşıtı klikler şeklinde çelişkiler vardı. Tüm bunlar
aslında emperyalizm denen olgunun iç çelişkileriydi ve Türkiye’deki ulusal güçler bundan
ustaca yararlanmayı bilmişlerdir.
Kurtuluş Savaşını Türk-Yunan savaşına indirgeyen bakışa karşı basit bazı hatırlamalar
yapmak gerekmektedir.
Türklerle Yunanlılar ilk defa çatışıyor değillerdi. 1897’de de bir savaş yaşanmıştı. Ama bu
defa söz konusu olan başkaydı. Birinci Dünya Savaşının bitiminde Mondros’ta İtilaf adına tek
bir güç sadece İngiltere ve temsilcisi vardı. İşgaller başladıktan sonra Yunanistan
kendiliğinden bundan pay almadı, ona İngiltere ve müttefikler tarafından yeşil ışık yakıldı.
Yunanistan Anadolu seferinin zorlaştığı günlerde Batı Anadolu’da bir İyonya Devleti
kurulduğunu ilan ettiğinde (30.07.1922) İngiltere Avam Kamarası’nda Lloyd George bunu da
desteklemişti. Yunanistan bozgunundan sonra İngiltere bu defa Yugoslavya’ya geçici olarak
İstanbul’u işgal önerdi.
Zafer sonrası Mudanya’da Yunan delegesi yine yoktu. Türk delegasyonunun karşısında
İngiliz, Fransız ve İtalyan delegasyonları bulunuyordu. Yunan temsilcisi çağrılı olduğu halde
gelmemiş ve Mudanya açıklarında bir gemide üç gün beklemeyi tercih etti.
Lozan’da da benzeri bir durum yaşandı. Burada Yunan delegesi Venizelos hazır bulunuyordu.
Ama bütün tartışma ve hesaplaşmalar savaşın fiili tarafları arasında değil, Türkiye ile İngiltere
arasında cereyan etti. Esas sorun bir kez daha bir Türk-Yunan sorunu bir kez daha bir TürkYunan sorunu değildi, Batı-Türkiye sorunuydu. Yani ünlü Şark Meselesi. Müttefikler ve
özellikle İngiltere sadece Yunanistan’ı yenik düşmüş sayıyor, kendilerini I. Dünya Savaşı’nın
galipleri gibi görmeye devam ediyorlardı. O kadar ki birkaç yıl önce Anadolu’ya sevk ettikleri
Yunanistan’ın değil, kendi dertlerinin (özellikle kapitülasyonlar) peşindeydiler. 11
Sonuç:
Büyük Taarruz’un Batı Cephesi boyunca sürdürülmesi ile beraber, ana hedefler güneyde
İzmir, kuzeyde ise Bursa’ydı. 9 Eylül’de İzmir ve 10 Eylül’de Bursa’nın alınması ile ana
hedeflere ulaşılmış oldu. 18 Eylül’de son Yunan askerinin de Erdek’ten ayrıldığı raporu ile
Anadolu’daki Yunan işgali sona ermiş oldu. Bundan sonra İngiliz işgalinde olan Boğazlar
bölgesinin durumu gündeme geldi. Uluslararası destek bulamayan İngilizlerin karşısında Türk
tarafının barışçıl ve diplomatik yaklaşımı ile sorun bir çatışma gerektirmeden çözüldü. Bu
krizin aşılması ile eylül ayının sonunda Mudanya Mütarekesi’ni hazırlayan diplomatik süreç
başladı.
Türkiye Lozan’dan sonra uygar dünyanın, tüm haklarına sahip, eşit, bağımsız ve saygın bir
devleti olarak dünya siyasal sahnesinde görülmektedir. Lozan Antlaşması’nın değerini
anlamak için Sevr’le karşılaştırmak da yetmez. Sver, mağlup bir imparatorluğu yenen
devletlerin zorladıkları hükümleri kabul etmek demekti. Lozan ise onurlu bir devletin masa
başında çetin pazarlıklarla ve geçmişin yüklerinden, geleceğin ise ipoteklerinden kurtulmak
amacıyla yaptığı aklıcı bir antlaşmadır.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder