16 Mayıs 2012 Çarşamba


1
10. HAFTA: YENİ TÜRKİYE, SİYASAL DEVRİM VE TOPLUMSAL YANSIMALAR
Özet:
Erken cumhuriyet dönemi siyasi gelişmeleri oldukça sarsıntılı bir süreci içermektedir. 1925
Terakkiperver Fırka’nın kuruluşu, Şeyh Said İsyanı, İzmir Yargılamaları ülke içinde siyasi
tansiyonu yükseltir. Bununla birlikte Takrir-i Sükun dönemi siyasal ve toplumsal dönüşümler
için muhalefetin olmadığı bir ortam yaratır. Devrim kendi sosyo-politik koşulları içinde yeni
bir toplumsal dokunun inşası sürecine girer. Bu derste genç Cumhuriyetin siyasal, toplumsal
ve ekonomik gelişmeleri incelenecek, hukuktan, kadın haklarına, eğitimden gündelik yaşama
kadar olan dönüşümlerin izi sürülecektir.
Saltanatın kaldırılması, cumhuriyetin ilanı ve hilafetin ilgası Yeni Türkiye’nin siyasi rejiminin
temel niteliğini belirleyecek devrimin ilk aşamasını oluşturacaktır. Buna göre modern Türkiye
üç temel sac ayağı üzerinde yükselmektedir. Halk egemenliğine dayalı, laik ve çağdaş bir
cumhuriyet. 23 Nisan 1920’den beri süregelen gelişmeler aslında halk egemenliğini monarşi
karşısında öne çıkarmıştır. Her ne kadar ulusal savaş sırasında pragmatik gerekçelerle saltanat
ve hilafete vurgu yapılmışsa da Anadolu hareketi  yeni bir rejimin şekillenişinin alt yapısını
hazırlamıştır. 20 Ocak 1921’de egemenliğin “kayıtsız şartsız milletin” olduğunu söyleyen bir
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu çıkarılmış, son olarak da 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılmıştı. 15
Nisan 1923’te Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda bir değişiklik yapılmış saltanat yönetimini
isteyenlerin vatana ihanet suçuyla yargılanacakları duyurulmuştu.
Lozan Görüşmelerinin sürdüğü dönemde Meclis seçime giderek yenilenmiş çoğunluğunu
Müdafa-i Hukuk Grubu üyelerinin oluşturduğu yeni bir Meclis iş başına gelmiştir. Bu Meclis
Lozan Antlaşmasını onaylamış (24 Temmuz  1923), hilafeti kaldırmış ve Tevhid-i Tedrisat
Kanunu çıkarmıştı (3 Mart 1924). 1924 tarihinde yeni bir anayasa hazırlayarak rejimin hukuki
temellerini güçlendirmiştir.  Anayasanın hazırlanışı sırasında Mustafa Kemal Paşa ve
çevresinin uygulamak istediği radikal siyasete karşı direnen muhalefet Kasım 1924’te 2
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası çatısı altında toplanmıştı. Cumhuriyet rejiminin  radikal
siyasetini uygulamaya koyması olağandışı yaşanan gelişmelerin sonucunda olmuştur. İlk
olarak 1925 Şubatında patlak veren Şeyh Said isyanı nedeniyle çıkarılan Takrir-i Sükun
Kanunu (4 Mart 1925) yürütmeye neredeyse sınırsız yaptırım gücü tanıyarak Meclis’in önüne
geçmesini sağlamıştır. Yasa basın ve yayın yoluyla muhalefet olanağını da tümüyle ortadan
kaldırmıştır. 1929 Martına kadar geçerli olan kanun muhalefetin susturulmasında da
kullanılmıştır. Bu süreçte Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılmış ve yeni rejimin yeni
uygulamalarını içeren bir dizi kanun çıkarılmıştır. Şapka giyilmesine (25 Kasım 1925),
uluslararası takvimin kabulüne (26 Aralık 1925) ve yeni Türk alfabesine (1 Kasım 1928)
ilişkin kanunlarla 17 Şubat 1926’da kabul edilen Medeni Kanun ilk akla gelen dönüşümlerdir.
10 Nisan 1928’de Anayasa’daki devlet dinine dair madde de kaldırılmıştır.
Rejimin radikal programını öne almasını sağlayan ikinci bir gelişme ise 1926 İzmir ve Ankara
İstiklal Mahkemelerine yol açan, Gazi Mustafa Kemal’e İzmir suikastı girişimidir. Bu
mahkemeler Terakkiperver Fırka mensuplarının yanında eski İttihatçıların da siyasetten
dışlanmasını sağlamıştır. Böylelikle  yeni seçimlere muhalefetsiz giren  ülke 1927 yılına
gelindiğinde Mustafa Kemal’in devrim programının uygulamaya konulacağı bir görünüme
bürünmüştür. III. TBMM’in açılışından önce  15-23 Ekim 1927 tarihleri arasında
gerçekleştirilen CHF Kongresi’nde Gazi Mustafa Kemal Nutuk’u okuyarak muhalefetle
hesaplaşmayı tamamlamış geçmişle olan köprüleri atmıştır. Ancak kısa süre sonra tüm
dünyayı saran ekonomik bunalım genç Cumhuriyeti yol ayrımına getirdi.
Cumhuriyet rejimi İttihat ve Terakki’nin giriştiği ulusal burjuvaziyi yaratma siyasetini
sürdürmede kararlıydı. Ulusçuluğu çok daha belirgin olan yeni rejim korumacı bir iktisat
siyasetiyle sanayileşme amacındaydı. Bu yönde ilk adımlar 26 Ağustos 1924’te Türkiye İş
Bankasının kurulmasıyla atılmıştı. İş Bankası yapay bir sermaye artırımına giderek İttihatçı
sermayenin kalesi İtibar-ı Milli Bankası’nı satın almış (Haziran 1927) ve Ekim 1927’de
hazırlanan CHF’nin ilk tüzüğüne partinin ülkedeki tüm meslek kuruluşlarının yönetim
kurullarını denetim altında tutacağına ilişkin bir madde konmuştur. Sermaye üzerinde
kontrolü sağlayan yeni rejim sonraki adım olarak sanayileşme projesini  hayata geçirdi. 28
Mayıs 1927’de Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarılarak devleti sanayide etkin kılabilmek için
Sanayi ve Maadin Bankası kurulmuştu. Ancak Lozan Antlaşmasıyla 1929 sonuna kadar
gümrük tarifelerini yükseltmekten alıkonan Türkiye ithal ikameci bir sanayileşme siyaseti için
1930’lara kadar bekleyecekti. Dış ticaretteki açık Türk parasının değerini düşürdüğünden 3
gümrük tarifelerinin artırılmasıyla birlikte (1 Haziran 1929), Menkul Kıymetler ve Kambiyo
Borsalar Kanunu ile (16 Mart 1929) dışalıma kota sistemini getiren Türk Parasının Kıymetini
Koruma Kanunu çıkarıldı. Aslında tüm bu kararla ticaret burjuvazisini rejimden
uzaklaşmasını sağlamaya yeterliyken ek olarak gümrük tarifelerinin yükseltilmesi öncesi mal
yığma yoluna giden birçok şirket uluslararası iktisadi bunalımın ülkeye yansıması sonucunda
beklenen satışları yapamamış ve iflas etmişti.
Ülkenin ekonomik darboğazından rahatsız olan ticari çevrelerin 1929 sonu ve 1930 başlarında
devletçiliğe geçiş tartışmalarıyla tedirginliği artmıştı. Hükümet 1930 Nisanında bir İktisadi
Program yayımlamış rejimin sözcülüğünü yapan Hakimiyet-i Milliye gazetesi ise devletçilik
konusunda başyazılar yayımlamaya başlamıştır. Nitekim ülke içinde bazı çevrelerde uyanan
sosyalizme geçiş tedirginliğini kaldırmayı hedefleyen hükümet 1930 yılından Paris
büyükelçisi Ali Fethi Bey’e güdümlü bir muhalefet partisi kurduracak böylelikle muhalefeti
denetim altında tutmayı hedefleyecektir.  Serbest Fırkanın kurulmasından sonra da hükümet
ilk olarak iktisat politikasının mutedil devletçi olduğunu (ılımlı) resmen açıklayacaktır.
Serbest Fırka deneyiminin (12 Ağustos-17 Kasım 1930)  ciddi bir çokpartili yaşama geçiş
deneyimi olmadığı açıktır. Ekonomik bunalımın geniş kitleler üzerinde neden olduğu tepkileri
azaltabilmek için düşünülmüş ancak İzmir ve Samsun gibi ticaret merkezlerindeki yurttaşların
ilgisi karşısında endişe uyandırarak kapatılmıştır. Bununla birlikte Serbest Fırka’nın halktan
gördüğü ilgi hükümet çevrelerinde uyarıcı olmuştur. 1927’den beri denetimsizlik rehavetine
kapılmış olan rejim artık Milli Mücadele’deki zaferin getirdiği siyasal meşruluğun yeterli
olmadığını kendine çekidüzen vererek halkla iletişim kurması gerektiğini anlamıştı.
1927 yılına gelindiğinde iktidar partisi hükümet sultası nedeniyle  işlevlerini yitirmiş
durumdaydı. Bu nedenle yerel örgütler de atıl durumda kalmıştı. Bu noktada hem Cumhuriyet
hem de CHF tarihinin en önemli dönemeçlerinden olan 1931 Kongresi belirleyici oldu.
Serbest Fırkanın kapatılmasının ardından üç aylık bir yurt gezisine çıkan Gazi Mustafa Kemal
1931 Martında erken seçim kararı aldı. Seçimlerden sonra ise 10 Mayıs 1931’de CHF’nin
büyük kongresini topladı. Bu kongrede partinin programının özünü oluşturan Altı Ok kabul
edildi. Cumhuriyetçilik, ulusçuluk, halkçılık, devletçilik, laiklik ve devrimcilik ilkeleri içinde
rejimin 1931’de eriştiği siyasal bilinç açısından en dikkat çekeni devrimcilikti. Zira
devletçilik ve devrimcilik dışındaki ilkeler baştan beri rejimin niteliklerini temsil
etmekteydiler. 4
Türkiye’de cumhuriyet rejimi başlangıçta halk desteğini Milli Mücadele’nin askeri ve
diplomatik başarısı sayesinde arkasına almış ama sonrasında bu desteğin sürekliliğini sağlama
yolunda pek bir şey yapamamıştı. Devrimi ilke düzeyinde sahiplenebilecek burjuva sınıfı pek
zayıftı ayrıca bazı tereddütleri vardı. Kırsal alanda ise Güneydoğu Anadolu dışında toprak
sorunu yoktu. Toprak mülkiyetinin büyük çoğunluğu küçük ve orta boy birimlerden
oluşuyordu.  Yeni rejimin el değiştirmesine önayak olarak kendine toplumsal destek
sağlayabileceği bir mülkiyet zenginliği yoktu ülkede. 1931’e gelindiğinde tarımsal üretim
ancak savaş öncesi düzeyine çıkarılabilmişti. Aşarın bu toparlanma döneminde kaldırılmış
olması (17 Şubat 1925) ise normal koşullarda kaldırılmasının yaratabileceği olumlu psikolojik
etkiyi gölgede bırakmıştı. Ahmet Kuyaş’ın da belirttiği gibi başta demiryolu yapımı gelmek
üzere devlet ihaleleri dışında Ankara’nın halka sağlayabileceği herhangi bir kitlesel
zenginleşme fırsatı yoktu. Bu durumda ulusun Devrim’e bağlılığı ancak ideolojik düzeyde
sağlanabilirdi.
1931 yılı bu bilinçle hareket eden rejimin büyük çaplı bir eğitim ve propaganda hamlesine
giriştiği dönemdi. Böylelikle Cumhuriyetin gerektirdiği toplumu kurmak amaçlanıyordu. Bu
dönemde CHF İtalya ve Sovyetlerde olduğu gibi olur olmaz nedenlerle kitleleri sokağa
dökmeğe yanaşmadıysa da ulusal bayram günlerinin gösterişli geçit törenleriyle kutlanmasına
önem vermiştir. Özellikle 1933’te Cumhuriyetin 10. yıl kutlamaları pek görkemli olmuştur.
Bu tür kutlamalar hep Milli Mücadeleye gönderme yapılarak, askeri bir seferberlik havasında
tasarlanmaktaydı. Bu yaklaşım 1931’de Eğitim Bakanlığınca çıkarılan Tarih IV adlı
Cumhuriyet tarihi kitabına da yansımıştır.
Eğitim alanında da 1931’den itibaren ciddi bir atılım görülür. Okul ve öğrenci sayılarında
1931’den İkinci Dünya Savaşı başlarına kadar yaklaşık on yıllık dönemde genel ve sürekli bir
artış gözlenmekle birlikte bu sayılardaki en yüksek artış ortaöğretimde gerçekleşmiştir. Bunun
temel nedeni rejimin varlığına en çok ihtiyaç hissettiği şehirli orta sınıfı yetiştirme arzusuydu.
Eğitimin içeriği aynı dönemde Türk Tarih Tezini ileri süren Birinci Türk Tarih Kongresi’nin
toplanması (2 Temmuz 1932) ve Türk Dil Kurumunun oluşturulmasıyla (12 Temmuz 1932)
başlayan ulusçu seferberliğin istediği doğrultudaydı. Eğitilmiş şehirli kitle yaratma isteği okul
yaşı dışı kitleyi de hedefliyordu. 19 Şubat 1932’den itibaren kurulmaya başlayan halkevleri
aracılığıyla bu hedefe ulaşılmaya çalışılmıştır. 5
Latin harflerinin benimsenmesi ve bunu izleyen okuma yazma seferberliği okuryazar oranında
büyük bir artış sağladı. Okuma yazma bilenlerin oranı 1928’de yaklaşık %8 iken 1935’te
%20’nin üzerine çıktı. Rejimin eğitim çabası daha çok kent ve kasabalarda sürdü. Kırsal
kesim geriden geldi. Tutucu kırsal eşrafla kurulan ittifak bir kez daha köylüler arasında
eğitimin yaygınlaştırılması engellendi. Toprak ağaları kendi haklarını bilen ve şikayetlerini
dile getirebilen okuryazar ve siyasallaşmış köylüler görmek istemiyorlardı.  Bu konuda
Cumhuriyetin en dikkat çekici girişimi Atatürk sonrasında 1940’da kurulan Köy Enstitüleri
olacaktı.
Eğitim seferberliği kısa sürede olumlu sonuçlar verdi. 1923-1924 ders yılında İstanbul
Darülfünun’da 185’i kız, 1.903’ü erkek olmak üzere 2.088 öğrenci okurken; bu rakam 1931-
1932 ders yılında 512’si kız, 2.266’sı erkek olmak üzere 2.778’e yükseldi. Zaten İstanbul
Darülfünu’nu 1933 Ağustos’unda kapanacak ve aynı gün İstanbul Üniversitesi adıyla ve yeni
bir ruh ve anlayışla yeniden açılacaktır.1923-1924 ders yılında liselerde 230’u kız 1.011’i
erkek olmak üzere 1.241 öğrenci okumaktayken; 1931-1932 ders yılında bu rakam 942’si kız,
3.210’u erkek olmak üzere yaklaşık dört kat artmış ve 4.152’ye yükselmiştir. Ortaokullarda
okuyan öğrenci sayısı 5.095’ten (543 kız, 5.362 erkek) 24.825’e (5.726 kız, 10.109 erkek)
yükselmiştir.
En anlamlı yükselme öğretmen okullarında olmuş; bu okullarda okuyan öğrenci sayısı
2.528’den 5.154’e çıkmıştır. 1923-1924 ders yılında öğretmen okulu çıkışlıların toplamı 2.734
iken, bu sayı 1931-1932 ders yılında 7.149 olmuştur. Yine aynı dönemde ilkokullarda okuyan
öğrenci sayısı 336.061’den, 492.894’e yükselmiştir. 1923-1924 ders yılında imam ve hatip
yani din adamı yetiştiren okullarda okuyan öğrenci sayısı 2.258 iken, bu rakam 1931-1932
ders yılında sıfır olmuştur. Ancak bu konudaki eğitim politikası uzun dönemde zararlı olmuş;
devlet denetimi dışında bir tür özel yeraltı  eğitimini zorlamış ve bunun sonucunda önemli
ölçüde çağdışı ve bilgisiz bir din adamları grubu ortaya çıkmıştır.
Kemalist devrimin özü, daha önceleri değişik noktalarda da vurgulamış olduğumuz gibi;
felsefe olarak Tanrı egemenliğine dayanan bir monarşiden halk egemenliğine dayanan bir
Cumhuriyet’e geçilmesi; iç siyaset amacı olarak, monarşik iktidarın “kaderci kulları” yerine
çağdaş bir Cumhuriyet’in “onurlu vatandaşlarını” oluşturmak; dış siyaset amacı olarak da
“tam bağımsızlıktan kesinlikle ödün vermeden”, karşılıklı çıkar temeline dayanan eşitlikçi
ilişkiler kurmaktı. Tüm Kemalist devrimler aslında bu amaçlara yöneliktir. Osmanlı 6
İmparatorluğu döneminde, imparatorluk tebasının niteliği, daha doğrusu kökeni konusunda bir
belirsizlik vardı. Dünya üzerinde halklar; dil, din, ırk ya da mezhepleri ya da kimi zaman
kültürleri çerçevesinde “uluslaşırken” Osmanlı İmparatorluğu bu sürecin dışında kalmıştı.
Zaten çok farklı ulusları bünyesinde toplamış bir imparatorluk olarak, bu konuda bir şeyler
yapılabilmesi de pek mümkün değildi.
Osmanlı asker-sivil bürokratı daha 19. yüzyılın ikinci yarısından başlamak üzere,
Avrupa’daki ulusçuluk duygu ve düşüncesinin derin etkisi altına girmişti. Ancak Türkçülük,
Osmanlıcılık, İslâmcılık gibi akımlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun nesnel koşullarının uygun
olmamasından ötürü bu konudaki gereksinmeleri karşılayamamıştı.
Cumhuriyet kurulduğu zaman, imparatorluktan arda kalan topraklar üzerinde oldukça türdeş
bir halk yaşıyordu. Özellikle Batı ve Kuzey Anadolu’nun kimi yörelerinde yaşayan Rumların
Yunanistan’da yaşayan Türklerle değişiminden sonra (mübadele), bu türdeşlik artmıştı. Ancak
yine de Türkiye’de bir ırk birliğinden söz etmek mümkün değildi.
Tarihin büyük göç yollarından biri olan Anadolu’da “saf ırk”tan söz etmenin mümkün
olmaması bir yana, genç Cumhuriyet’in sınırları içinde dil ve kültür farklığı gösteren Kürtler,
Araplar, Çerkezler, Abhazalar, Gürcüler, Lazlar vb. gibi etnik gruplar yaşamaktaydı. Bu farklı
etnik gruplar pek çok bakımlardan ortak bir potada erimişlerdi. Ancak yine de belirli
bakımlardan farklı özellikler göstermekteydiler. İşte bu koşullar altında Türkiye
Cumhuriyeti’nin ulusçuluğu “toprak temeline” dayanan bir ulusçuluk olmak zorundaydı.
Fakat bu tür bir ulusçuluk için tarihin yeniden yorumlanması ve bu yeni tarih yorumunun
Cumhuriyet’in genç kuşaklarına benimsetilmesi gerekliydi.
Osmanlı İmparatorluğu zamanında okullarda tarih eğitimi Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşuyla
ya da Türklerin İslâmiyet’i kabul etmeleriyle başlatılırdı. Öncelikle bunu değiştirme yoluna gidildi
ve İslâmiyet öncesi Türkler’in tarihine önemle eğilindi. 23 Nisan 1930’da yapılan Türk Ocakları 6.
Kurultayı’nda alınan kararlar arasında Türk tarih ve uygarlığını bilimsel bir şekilde incelemek ve
araştırmak göreviyle yükümlü bir Türk Tarih Heyeti’nin oluşturulması vardı.
İlk toplantısını 4 Haziran 1930’da yapan Türk Tarih Heyeti, 29 Mart 1931’e dek Türk
Ocakları’na bağlı olarak sekiz toplantı yapmıştır. Ancak Türk Ocakları’nın Cumhuriyet Halk
Partisi’ne aktarılması üzerine bağımsız bir dernek olarak örgütlenme durumunda kalınmış ve
12 Nisan 1931’de kurulan bu dernek, ilk kez 26 Nisan 1931’de Türk Tarih Tetkik Cemiyeti 7
adı altında ilk toplantısını yapmıştır. Gerek derneğin kurulması ve gerekse ilk toplantısını
yapması Mustafa Kemal’in önergesiyle olmuştur.
Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin tüzüğünün dördüncü maddesine göre, amaçları şöyle
belirleniyordu.
a) Toplanarak bilimsel görüşmeler yapmak,
b) Türk tarihinin kaynaklarını araştırıp yayınlamak,
c) Türk tarihini aydınlatmaya yarayacak belge vb.yi sağlamak için gereken yerlere
araştırma ve inceleme kurulları göndermek,
d) Cemiyetinin çalışmalarının ürünlerini her türlü yollarla yayınlamak.
İlk kongresini 2 Temmuz 1932’de Ankara’da yapan Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, 1935
yılında Türk Tarihi Kurumu adını alacaktır. Yukarıda belirttiğimiz hedefler yönünde ve bu
çalışmalara paralel olarak okullarda tarih programları değiştirilirken, okullarda yapılan önemli
bir değişiklik de Yurttaşlık Bilgisi dersinin konulması olmuştur. Genç kuşaklarını “vatandaş”
olarak yetiştirmek amaç ve çabasında olan Cumhuriyet eğitimi bu ders çerçevesinde
“toplumsal ahlâk” ve “siyasal hak ve görevleri” öğretmeyi ve benimsetmeyi ilke edinmiştir.
Cumhuriyet bu konudaki atılımları girişirken önce, “İslâmiyet’in Türkçeleşmesine” çabaladı
ve Ocak 1932’de hem ezan, hem dualar ve hem de hutbeler Türkçe okunmaya başlandı. Daha
sonra da Türk dilini incelemek amacıyla bir kurum oluşturulmasının hazırlıkları başladı.
Aslında böyle bir Türk Dil Kurumu oluşturma çabalarına girişilmeden önce, 17 Şubat 1929’da
bir  Türkçe Sözlük hazırlanması amacıyla bu konudaki uzmanların katılmasıyla, İsmet Paşa
başkanlığında bir toplantı yapılmıştı. Genç Cumhuriyet diline “sahip çıkmaya” kararlıydı. 11
Temmuz 1932’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti 1. Kurultayı’nın kapandığı gece Mustafa
Kemal, “bu cemiyete kardeş bir dil cemiyeti” kurma kararı verdi ve 12 Temmuz 1932’de
İçişleri Bakanlığı’na verilen bir dilekçe ile Türk Dilini Tetkik Cemiyeti kuruldu. 1. Türk Dil
Kurultayı 26 Eylül 1932’de İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda toplandı. Bu kurultayda
cemiyetin amacı, “Türk dilinin de güzelliğini meydana çıkarmak, onu dünya dilleri arasında
değerine yaraşır güzelliğe eriştirmek” olarak belirleniyordu.
Yine aynı kurultayda yedi maddelik bir çalışma programı saptandı. Bu programa göre Türk
Dilini Tetkik Cemiyeti’nin amaçları:
a) Türk dilinin başka dil aileleriyle karşılaştırılması,8
b) Türk dilinin tarihsel ve karşılaştırılmalı gramerlerinin yazılması,
c) Anadolu ve Rumeli ağızlarından kelimelerin derlenmesi, Osmanlıca sözcüklere Türkçe
karşılık bulunması,
d) Türkçe bir sözlüğün ve gramerin hazırlanması,
e) Kurumun organı olarak bir derginin yayınlanması,
f) Türk dili üzerine yazılmış, yerli ve yabancı eserlerin toplanması ve gerekenlerin
çevrilmesi,
g) Terimlerin Türkçeleştirilmesi olarak belirlendi.
Erken cumhuriyetin toplumsal dönüşümleri arasında kadın haklarının özel bir yeri
bulunmaktadır. Aslında kadın haklarının yaygınlaştırılması İttihatçıların üstlendikleri bir Türk
burjuvazisi yaratma sürecinin parçasıydı. 1908’den sonra orta sınıf kadının durumu eğitim
olanaklarından daha kolay yararlanabileceği ölçüde iyileşti. İttihatçılar savaş sırasında
burjuvaziyi güçlendirdikleri gibi kadın konusunda da adımlar attılar. 1917 tarihli Aile Hukuku
Kararnamesi ile kadına boşanma hakkı verilmiş, poligami uygulaması kadının rızasına
bağlanmıştı. Cumhuriyet kadın hakları konusunda ilk önemli adımını 1926 yılında kabul ettiği
Medeni Kanun ile attı. Kadınlar tutucu geleneğin etkisinden kurtarılabilmek için eğitim içinde
eşit haklar kazandılar. 1930’ların başında kadınlar önce seçimlerde oy kullanma hakkını elde
ettiler 1934’te ise seçilme hakkına sahip oldular. 1930’larda kadınlar giderek yaygınlaşan
işgücünün bir parçası haline geldiler. Ülke sanayileştikçe ve Anadolu’da fabrikalar açıldıkça
işgücü ihtiyacı artmaya devam etti. Şubat 1935’te genel seçimler yapıldığında yeni meclise 18
kadın seçildi. Bunların 16’sı kentli, üçü lise, biri yüksekokul mezunuydu. İçerinden sadece
biri köylülüğü temsil ediyordu. Özürlü bir askerin eşi olan Şekibe İçel, Bursa’da kendine ait
küçük bir çiftliği yönetiyordu.
Türk kadının siyasal ve toplumsal statüsündeki bu hızlı yükselişi Genel Oy ve Eşit Yurttaşlık
İçin Uluslararası İttifak’ın 12. Kongresi’ne Kadınlar Birliğinin de davet edilmesiyle zirveye
çıktı. Rejimin tam destek verdiği Kongre Nisan 1935’te İstanbul Yıldız Sarayında toplandı.
Sadece kentlere ve kasabalara bakıldığında bile Kemalist Devrimin Türkiye’nin çehresini
büyük ölçüde değiştirdiği görülebiliyordu. Tüm girişimlere karşın bu değişimin izleri kırsal
alanda sınırlı kaldı.  Bununla birlikte 1930’larda tüm Türkiye’yi etkisine  alan değişim
rüzgarları Anadolu’da da kendini hissettirdi. Askere alınan köylülere orduda bulundukları
süre içinde okuma yazma, aynı zamanda hijyen ve teknolojiye dair bilgiler aktarıldı. Bu 9
askerler terhis olup köylerine döndüklerinde kazandıkları becerileri öteki köylülere de
öğrettiler. Bu insanlar içinden geldikleri ortamı ve zihniyeti bildikleri aynı dili konuşarak
iletişim kurabildikleri için kendi köylerinin doğal önderleri oldular.  Hükümetin demiryolu
siyaseti kayda değer bir etki yarattı ve Anadolu’yu ulusal pazarla bütünleştirmeyi hedefleyen
demiryolu şebekesinin yayılmasına yol açtı. Hükümet yabancı demiryollarını ulusallaştırarak
yenilerini inşa etti. Ankara –Sivas hattının Temmuz 1930’da tamamlanması büyük coşkuyla
karşılandı.
İstanbul ticaret alanında önderliğini korurken Ankara Cumhuriyet’in kültürel ve entelektüel
merkezi olarak gelişti. Ulusal tiyatrolar, opera ve bale grupları oluşturuldu. Böylelikle
seçkinler için bir Batılı kültürel ortam yaratıldı. Türk klasik kent müziğinin dinamik, devrimci
Türkiye için yetersiz kaldığı düşüncesiyle radyolarda yayını durdurularak klasik müzik
yayınları artırıldı. Ankara Batılı öğrenimin entelektüel merkezi haline geldi. 1927’de nüfusu
74’bin olan kent Cumhuriyetin 10. yıldönümünde 100 kişinin yaşadığı bir kente dönüşmüştü.
Erken Cumhuriyetin dış politika alanındaki gelişmeleri de hassas bir dengeyi yansıtıyordu.
1930’lu yıllar dünyanın revizyonist ve ant-revizyonist blok olarak ikiye ayrıldığı bir dönemdi.
Revizyonist blokun başındaki Almanya için başlıca amaç Versay statüsünü aşmaktı. 1933’te
ayrıntılı bir programla iktidara geldiğinde Almanya’yı tekrar silahlandırmak ve Avusturya,
Çekoslavakya (Sudet Bölgesi) ve Polonya koridoru gibi Almanların yaşadığı bütün toprakları
büyük  Reich içinde toplamayı hedefliyordu. Üstün ırk olduğuna inandığı Cermenlerin tüm
Avrupa’ya hakim olması, Polonya ve Rusya ovalarında, Romanya ve Kafkaslardaki petrol
rezervleri onun için hayati önem taşıyordu. Ancak 1914’te olduğu gibi iki cephede
savaşmamak için ilk önce Fransa’yı saf dışı bırakmak gerekiyordu.
Mussolini İtalya’sının bu kadar detaylı bir programı olmamakla birlikte AvusturyaMacaristan’dan boşalan Balkanlar’ı arzuluyordu. Roma İmparatorluğu dönemindeki  mare
nostrum’dan etkilenerek yeni bir mare nostro yani İtalya liderliğinde Akdeniz liderliği hayal
ediyordu. Ayrıca İtalyan kolonileri tarafından çevrilmiş son müsait bölge olan Etiyopya’yı
hammedde kaynağı ve kalabalık nüfuzu için ikinci bir vatan olarak görüyordu.
Japonya için hammadde kaynağı olarak gördüğü bölgeleri ele geçirmek dış pazarlara olan
bağımlılığı nedeniyle daha zordu. Japonya kendine yaşam alanı olarak Çin’i, Güzey Doğu
Asya, Endonezya, Filipinler hatta Avustralya’yı görmekteydi. 10
Revizyonist blokun karşısındaki blok ise 1919 antlaşmalarıyla sağlanan düzeni korumayı
hedefliyordu. Fransa faşizme kayan aşırı sağ ile istikrarsız hükümetleri paralize eden
komünistler arasında sıkıştığından güvenlik arayışındaydı. Almanya sınırına adeta Çin Seddi
gibi Maginot hattını inşa ederek bu sorunu çözmeye çalıştı. Ancak Almanlar bu hattı 1940’da
kolayca aştılar. Britanya 1919 sonrası gene denge politikasına döndü. 1930’lardaki politikası
revizyonist devletlerin Almanya’nın tekrar silahlanması, Avusturya’nın ilhakı gibi taleplerini
kabul ederek tansiyonun düşürülmesine dayanıyordu.
Türkiye  bu dönem izlediği dış politikada İtalya’nın yayılmacı girişimlerine karşı önlemler
almaya çalıştı. Ankara Moskova’yla ilişkilerini özellikle diplomatik alanda güçlendirmeyi
sürdürdü. Sovyetler Savaş Komiseri Voroşilov önderliğinde kalabalık bir heyeti Cumhuriyetin
10. yıl kutlamaları için Ankara’ya gönderdi. Bu arada hükümet Akdeniz’de iki büyük gücün
İngiltere ve Fransa’nın desteğini almaya çalışıyordu. Türkiye İtalya’nın muhtemel saldırısı
karşısında Boğazları tahkim etmek için Lozan Antlaşması’nın gözden geçirilmesini istiyordu
bu nedenle İngiliz ve Fransa’nın desteğine ihtiyaç duyuyordu. Nitekim Milletler Cemiyetinde
kolektif güvenlik anlayışını var gücüyle destekledi. İtalyan saldırısı karşısında Etiyopya’yı ve
İspanya İç  Savaşında Cumhuriyetçileri destekledi. 1934’te Balkan Antantı ve 1937’de
Sadabat Paktı Türkiye’nin çevresinde güvenlik koridoru oluşturma girişimlerini yansıtıyordu.
20 Temmuz 1936’da imzalanan Montreux Sözleşmesi ise Ankara için tam bir zaferdi.
Böylelikle Boğazlar üzerinde Türkiye’nin  tek söz sahibi olduğu onaylanıyordu. II. Dünya
Savaşı öncesinde çok önemli bir diplomatik kazanımdı söz konusu düzenleme.
Sonuç:
Cumhuriyetin erken yılları yalnızca siyasi bir dönüşüm ya da rejimin niteliksel değişimini
değil toplumsal olarak da dönüşümleri içerir. Modern Türkiye’nin oluşumunda bu dönemin
yeri ve önemi büyüktür. Bu süreç 19. yüzyılda başlayan reformlar sürecinin devrimci bir
anlayış içinde zirveye ulaşması olarak da değerlendirilebilir. Halkın gündelik yaşantısı
içerisinde karşılaştığı zorluklar göz önünde bulundurularak bu sorunların çağdaş batı normları
seviyesinde çözümlenilmesine çalışılmıştır. Eski hukuk düzeninin yetersizliği göz önünde
bulundurularak Medeni ve Ceza Ususl kanunları, İcra ve İflas Kanunu gibi yasalar
hazırlanmıştır. Mahkemeler düzene sokulmuştur. Eğitim devrimi kapsamında ise eskiden
“kul” olan “tebaa”dan “vatandaş” yapılabilmesine ilişkin düzenlemeler yapılmıştır. Uluslaşma 11
çabaları kapsamında Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti ve Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulmuştur.
Batı’nın yaşam biçimi ve sosyo-ekonomik kurumlarını benimsemek kararlılığında bulunan
devlet, soyadı kanunu, zaman ve değer ölçülerinin değiştirilmesi ve kılık-kıyafet
düzenlemeleri ile bu hususta önemli birer adım atmıştır.

1
11. HAFTA: YENİ TÜRKİYE’DE EKONOMİK GELİŞME VE EKONOMİ SİYASASI
Özet:
1923’te Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, ülke ekonomisi yarı bağımlı durumdaydı.
Yabancı şirketler ve bankalar, ülke ekonomisini bütünüyle kontrol edebiliyorlardı. Devlet iç
ve dış çevrelere mali gücünün üstünde borçlanmış durumdaydı. Birinci Dünya Savaşı’ndan
beri yaklaşık on yıldır savaş içinde bulunan ülke yanmış, yıkılmış ve harabe
görünümündeydi. Genç erkek nüfusun çok önemli kısmı ölmüştü. Yetişmiş tecrübeli yönetici,
memur ve işçi bulunmamaktaydı. Yeterli sayıda okuma-yazma bileni her ilçe ve bulmak
mümkün değildi. Ekonomi bütünüyle doğanın cömertliğine terk edilmiş tarımsal faaliyetlerle
ayakta duruyordu. Anadolu’da tüketimi karşılayan köyler ve bazı ilçeler dışımda, ülke
insanının beslenmesi, giydirilmesi ve çalışabilmesi için ne gerekliyse, dış ülkelerden ithal
ediliyordu. Devlet zayıf yerli girişimleri korunak ve vergi gelirlerini artırmak amacıyla
gümrük tarifelerini değiştirmek hakkına sahip değildi. Bütün bu olumsuz koşulların üstüne
Büyük Dünya bunalımının dünya ticaretini çökerten, işsizliği yayan sonuçları eklenmiştir. Bu
bunalım özellikle yeni toparlanmaya başlayan Türk tarımını durgunluğa itmiştir. Bu olumsuz
ekonomik tablo içinde Cumhuriyet idaresi başlangıçta liberal politikalarla ülkenin ekonomik
kalkınmasına çalışacak 1930 sonrasında ise devletçi mekanizmalarla ekonomiyi yönetecektir.
Bu derste 1923-1938 arasındaki dönemde Türkiye’nin ekonomik yapısı, tarım ve sanayi
alanındaki yeni uygulamalar ele alınacaktır.
11. HAFTA: YENİ TÜRKİYE’DE EKONOMİK GELİŞME VE EKONOMİ SİYASASI
Liberal Ekonomi Deneyimi
Genç Türkiye Cumhuriyeti, cumhuriyetin ilk yıllarında Osmanlı ekonomik mirası üzerinde,
siyasal yönelimiyle tutarlı bir biçimde, “tam bağımsız” ve “ulusal” bir ekonomi oluşturmaya
yönelir. Bağımsız ve ulusal ekonominin hedefi, Türkiye Cumhuriyeti’nin hedefi olan çağdaş
uygarlıklar düzeyidir; bunun için de ekonomik alanda “kalkınma” sağlanacaktır. Ekonomik
kalkınmanın itici gücüyse sanayileşme olarak belirlenir. 1923 – 1930 yılları arasını kapsayan
dönemde, söz konusu hedefe ulaşma yönünde “özel girişim” hareket noktası olarak alınır. 2
Bu bağlamda öncelikli olarak Türkiye İktisat Kongresi’ne değinmek yerinde olacaktır.
Türkiye İktisat Kongresi’nde üç temel konu üzerinde durulmuştur. Bunlardan birincisi yeni
Türk devletinin ekonomiye verdiği önemle ilgilidir. Bu noktada, kongrenin açılışında bir
konuşma yapan Mustafa Kemal’in sözlerine dikkat çekmek yeterli olacaktır. Mustafa Kemal,
söz konusu konuşmasında, bir ulusun yaşamıyla doğrudan ilgili olan unsurun ekonomi
olduğunu belirtmiş ve Türk tarihini dolduran yengi ya da yenilgilerin tümünün ekonomiyle
bağlantılı olduğunu ifade etmiştir.
Türkiye İktisat Kongresi’nin ikinci temel konusuysa yabancı sermaye ve ekonomik
bağımsızlık çerçevesinde ele alınabilir. Mustafa Kemal, yukarıda sözü edilen konuşmasında,
yabancı sermayeye karşı olunmadığını dile getirmiştir. Ekonomi Bakanı Mahmut Esat
[Bozkurt] Bey  de kongrenin açılışında yaptığı konuşmasında, Türkiye’nin yasalarına uyan,
hile ya da ayrıcalık peşinde koşmayan yabancı sermaye sahipleri için her türlü kolaylığı
sağlayacaklarını belirtmiştir.
Türkiye İktisat Kongresi’nin üçüncü temel konusu da yeni Türk devletinin ekonomik
modeline ilişkindir. Bu modelin ana hatları Mahmut Esat [Bozkurt] Bey’in kongrede yapmış
olduğu konuşmada bulunabilir. Mahmut Esat [Bozkurt] Bey, konuşmasında, ülkenin
ekonomik gereksinimlerine ve tarihine uygun bir ekonomi politikası izlemek gerektiğini
söyleyerek, yeni Türk devletinin ekonomi modelini “karma ekonomi modeli” olarak
açıklamıştır.
Kongre, kongreye katılan grupların benimsediği ekonomik ilkelerle, bir ölçüde, yeni Türk
devletinin ilk 10 yılında uygulanacak ekonomi politikalarına da yön vermiştir. Kongreye
katılan grupların benimsediği ekonomik ilkeler, kalkınmaya yönelik, ılımlı bir korumacılığı
öngören, ekonomik yaşamın denetiminin ulusal unsurlara geçmesini isteyen ve yerli – yabancı
sermayeyi özendirici öğeleri içermektedir. Söz konusu ilkelerle, özel girişimciliğin
canlandırılması gerektiğine vurgu yapılmış; bunun için, kredi olanaklarının yaratılması,
eğitim, ulaştırma, iletişim gibi hizmetlerin sağlanması istenmiş, gerekli yasal ve kurumsal
düzenlemelerin ivedilikle yapılması istenmiştir.
Kongreye katılan grupların benimsediği ekonomik ilkelerin, hükümeti bağlayıcı olmaktan
uzak olduğunu ve yalnızca öneri niteliği taşıdığını belirtmek gerekir. Ancak, izleyen 3
dönemde, kongreye katılan grupların benimsediği ekonomik ilkelerin çoğunun uygulamaya
yansıdığı da bir gerçektir. Bu bakımdan, yeni Türk devletinin ilk 10 yılına damgasını vuracak
ekonomi politikalarının, yukarıda da belirtildiği gibi, bir anlamda Türkiye İktisat
Kongresi’nde belirlendiği söylenebilir. Bu politikalar, Türkiye ekonomi tarihi yazınında,
yaygın bir biçimde, “liberal” diye nitelenmekte ve sanayileşme yoluyla kalkınma hedefinin
öznesine de özel girişimi koymaktadır. Ancak bu noktada, Ekonomi Bakanlığı tarafından,
hükümet için bağlayıcı olmadığı belirtilen kararların, Türkiye’nin ilk 10 yılının ekonomi
politikasını belirlemesi, bize göre, anlamlandırma bakımından özünde bir sorun
barındırmaktadır. Kanımızca, bu sorunun çözümlenmesi, ilgili birkaç noktanın irdelenmesiyle
olanaklı olabilir.
Bu bakımdan, öncelikli olarak, Lozan Barış Anlaşması’na ek olarak imzalanan Ticaret
Sözleşmesi’ne değinmek yerinde olacaktır. Beş yıl yürürlükte kalması hükme bağlanan bu
sözleşmenin birinci maddesinde belirtildiğine göre, bu beş yıllık süre içinde, Türkiye, 1 Eylül
1916 tarihli Osmanlı gümrük tarifesini uygulayacak, bu konuda herhangi bir değişikliğe
gidemeyecekti. Bu tarife, tarımsal tüketim mallarına yüzde 30  – 40 oranında vergi koyan,
sanayi kesimini koruma gibi bir amacı içermeyen seçici bir tarifeydi. Savaş yıllarında yaşanan
enflasyon, seçici vergileri aşındırdığından, gümrük resimleri önce 5, sonra 12 kat artırılarak,
tarifenin koruyucu gücü yükseltilmeye çalışılmıştı. Lozan Barış Anlaşması’na ek olarak
imzalanan Ticaret Sözleşmesi, bu tarife artışlarını kabul etmekle birlikte, çoğu sanayi tüketim
mallarından oluşan bir grup mal için uygulanacak artış kat sayısını, 12 değil, 9 olarak
belirledi. Ayrıca, sözleşmenin üçüncü maddesi, Türkiye’nin beş yıllık bir süre için, dışalım ve
dışsatım yasaklarını kaldırmasını ve yenilerini koymamasını hükme bağlıyordu. Görüldüğü
gibi, Lozan Barış Anlaşması’na ek olarak imzalanan Ticaret Sözleşmesi, beş yıl süreyle, yeni
Türk devletinin gümrük gelirlerini artırmasını ve sanayisini dış rekabetten korumaya dönük
etkili bir politika izlemesini engelleyici hükümleri içermekteydi. Dolayısıyla, söz konusu
sözleşmenin, yeni Türk devletinin seçebileceği ekonomi politikalarına ciddi bir engel
getirerek, bir anlamda, yeni Türk devletini liberal ekonomi politikalarına zorunlu olarak
yönlendirdiği söylenebilir.
Sanayileşme yoluyla kalkınma hedefinin öznesi olarak özel girişimciliği belirlemek de, benzer
bir biçimde, çeşitli engellerle ilgilidir. Devletin elindeki sermaye birikiminin yetersizliği,
nitelikli iş gücünün azlığı ve teknoloji birikiminin sınırlılığı bu engellerin en önemlileri olarak 4
sayılabilir. Bu durumda, yeni Türk devletinin, kalkınmayı özel girişimciler aracılığıyla
sağlamayı hedeflemesi, yine, bir seçimden çok, bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.
Öyleyse, Lozan Barış Anlaşması’na ek olarak imzalanan Ticaret Sözleşmesi’yle devletin
elindeki sermaye birikiminin yetersizliğini, nitelikli iş gücünün azlığını ve teknoloji
birikiminin sınırlılığını, yeni Türk devletini, liberal ekonomi politikalarına yönlendiren
engeller olarak görmek hatalı değildir. Ancak, 1923 – 1929 yılları arasını kapsayan devletçilik
öncesi bu dönemin, ekonomi kuramı bakımından tam anlamıyla liberal bir dönem olmadığı da
belirtilmelidir. Bu dönemde, devlet, devlet işletmeciliğini sınırlı tutmaya çalışsa da, ekonomik
yaşamın içinde yer alıyordu.
Örneğin, kalkınma bankasının ilk örneklerinden biri olan Türkiye Sınai ve Maadin
Bankası’nın kuruluşu bu çerçeve içinde değerlendirilebilir. 1925 yılında kurulan bankanın
amacı, bankaya devredilmiş sanayi kuruluşlarını, kurulacak yeni şirketlere devredilinceye
kadar yönetmek, sermayeye katılmak yoluyla sanayicilik alanında girişimler oluşturup
işletmek, doğrudan ya da sermayeye katılmak yoluyla maden ayrıcalığı almak ve Türk
sanayici ve madencilerine kredi sağlamak biçiminde özetlenebilir. Türkiye Sınai ve Maadin
Bankası’nın kuruluşu, kamu kesiminin özel kesime kaynak aktarmasının başlangıç
düzenlemesi olarak kabul edilmektedir. Bu anlamda, dönemin doruk noktasınaysa Teşvik-i
Sanayi Kanunu’yla ulaşılacaktır. 1927 yılında çıkartılan Teşvik-i Sanayi Kanunu, 1913
yılında çıkartılan aynı adlı yasanın kapsamını genişletip, süresini uzatarak, özel sanayi
kuruluşlarını çeşitli yollarla özendirmeyi amaçlıyordu. Yasadan yalnızca Türk uyruklu
olanlar, sanayi şirketlerinden de şirket sermayesinin en az yüzde 25’i Türklerin elinde
bulunanlar yararlanabilecekti. Yasa, bedelsiz devlet arazisi verilmesi, çeşitli vergi, resim ve
harçlardan bağışıklıkla; başta taşımacılıkta olmak üzere, çeşitli indirimleri içeriyordu. Ayrıca,
yasayla, sanayi alanında faaliyet gösteren kuruluşlara, yıllık üretim değerlerinin yüzde 10’u
tutarında prim verilmesi hükme bağlanmıştı. Tüm bunların yanı sıra, yasa, yerlisiyle dışarıdan
alınanı arasındaki fiyat farkı yüzde 10’u aşmayan mallarda, devlet kuruluşları, belediyeler ve
yasadan yararlanan kuruluşlar için, yerli malı kullanma zorunluluğu getiriyordu. Bu yasayla
devletin, kamu kesiminden, özel kesime kaynak aktarmak yoluyla ekonomik yaşama karıştığı
açıktır.
Bu dönemde, devletin ekonomik yaşamın içinde olduğuna ilişkin örnekler çoğaltılabilir.
Demiryollarının ve tütün rejisinin devletleştirilmesi, Türk limanları arasında deniz ulaşımı 5
yapma hakkının yabancı sermayeye yasaklanması bu örneklerden bazılarıdır. Bu durumda,
yeni Türk devletinin, çeşitli engeller nedeniyle liberal ekonomi politikalarına yönelmesi;
ancak, özel sermaye birikimini ve kapitalist gelişmeyi hızlandırmak amacıyla devletin yer yer
ekonomik yaşama karışması, 1923  – 1929 yılları arası dönemin temel özelliği olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Devletçilik Deneyimi
Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik alandaki hedefi, ulusal ve bağımsız bir ekonomik
yapı üzerinde kalkınmak ve bu kalkınmayı da sanayileşme yoluyla sağlamaktır. Ancak, 1923
– 1929 yılları arasını kapsayan dönem, bu bakımdan incelendiğinde, elde edilen sonuçların
başarıya işaret etmediği görülecektir. Söz konusu başarısızlık, 1923  – 1929 yılları arasını
kapsayan dönemde, son dönem Osmanlı sanayinin nicel boyutlarının ve yapısal özelliklerinin
korunmasıyla; bir başka deyişle, 1923  – 1929 yılları arasını kapsayan dönemin, anlamlı bir
sanayileşme sürecini içermemesiyle açıklanabilir.
Bu durumu ayrıntılandırabilmek için, çeşitli sanayi sayımlarından yararlanmak olanaklıdır.
Örneğin, Osmanlı Hükümeti tarafından yaptırılan 1913 ve 1915 sanayi sayımlarıyla Ankara
Hükümeti tarafından yaptırılan 1921 sanayi sayımı son dönem Osmanlı sanayinin
özelliklerinin anlaşılması bakımından önemli veriler sunar. Bu verilerin çözümlemesiyse
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, o günün koşullarına göre, çağdaş anlamda bir
sanayinin bulunmadığına işaret eder. Varolan sanayi yapı içinde küçük ölçekli birimler
egemendir. Bu birimlerin tümü, dayanıksız tüketim mallarının üretimine yönelmekte;
dayanıklı tüketim malı, ara mallar ya da yatırım malları alanında faaliyete rastlanmamaktadır.
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde sanayinin genel görünümüne ilişkin bu tablo, 1923 –
1929 yılları arasını kapsayan dönemde önemli bir değişikliğe uğramaz. Bu dönemde, yukarıda
da belirttiğimiz gibi, son dönem Osmanlı sanayinin nicel boyutları ve yapısal özellikleri
korunur. Bu durum,  1927 yılında yapılan sanayi sayımı sırasında tüm çıplaklığıyla ortaya
çıkar. Söz konusu sayımın sonuçları, yine, varolan sanayi yapı içinde küçük ölçekli birimlerin
egemen olduğuna ve bu birimlerin, daha çok, yarı işlenmiş malı çeşitli işlemlere tabi tutma6
hatta tamircilikle ilgilendiklerine işaret etmektedir. Sanayi üretimde kullanılan teknolojinin
ilkelliğiyse dikkati çeken bir başka noktadır.
Bu durumda, kalkınma için sanayileşmeye bel bağlayan devrimci kadronun, bu bağlamda,
ciddi bir başarısızlık yaşadığını öne sürmek, hatalı olmayacaktır. Bu savı, yalnızca yukarıdaki
veriler değil, aynı zamanda, GSMH’ya ilişkin veriler de destekler. 1923 yılında, 1948 yılı
fiyatlarıyla, 2,9 milyar lira olarak hesaplanan GSMH içinde, sanayinin payı 3,1 milyon lirayla
yüzde 10,6’dır. 1930 yılındaysa 1948 yılı fiyatlarıyla GSMH 5,4 milyar liraya yükselmiş;
ancak, GSMH içinde sanayinin payı, 5,5 milyon lirayla, yine yüzde 10’lar düzeyinde
kalmıştır.
Sanayileşme bağlamında anlamlı sonuçlar yakalanamaması, köklü bir ekonomi politikası
değişikliğinin başlıca nedenlerinden kabul edilebilir. Ancak, ekonomi politikasında yaşanacak
köklü değişikliği, yalnızca bu durumu hareket noktası alarak açıklamak doğru olmayacaktır.
Söz konusu ettiğimiz dönemde, ülkenin genel bir ekonomik  durgunluk içine girmesi ve bu
durgunluğun, rejimi tehdit edebilecek geniş bir toplumsal muhalefete neden olarak büyümesi
de ekonomi politikalarının köklü bir biçimde değişmesini derinden etkileyen bir gelişme
olarak karşımıza çıkmaktadır.  
Bu dönemde, Türkiye’de yaşanan ekonomik durgunluğun nedenlerinin bir bölümü ülke
içindeki olumsuz koşullarla ilintilidir. Kötü hava koşullarının tahıl dışalımını artırması,
gümrük vergileri konacak beklentisinin ve uygulanan demiryolu politikasının, benzer bir
biçimde, dışalım istemini yükseltmesi söz konusu olumsuz koşullar arasındadır. Yaşanan
ekonomik durgunluğun nedenlerinin bir başka bölümüyse, 1929 Büyük Bunalımı
çerçevesinde, ülke dışı gelişmelerden kaynaklanmaktadır. Türk Lirası’nın İngiliz Sterlini
karşısında çarpıcı biçimde değer yitirmesi, 1929 Büyük Bunalımı’nın Türkiye üzerindeki ilk
önemli etkisi olarak yaşanır. Bunu, Türkiye’nin dışsatımında önemli yeri bulunan ülkelerin,
1929 Büyük Bunalımı’nın etkisiyle dışalım güçlüğü içine düşmesi ve buna bağlı olarak
Türkiye’nin özellikle tarımsal mallardan oluşan dışsatımının önemli ölçüde azalması
izleyecektir. Bu arada, dış ticaret hadlerinin, Türkiye aleyhine dönmesi ve Türkiye’nin
dışalım mallarında düşüş olmasına karşın, bu düşüşün, Türkiye’nin dışsatım mallarındaki
düşüşün çok gerisinde kalması, Türkiye ekonomisi üzerinde olumsuz anlamda belirleyici olur.
Tüm bunların sonucunda, fiyatların ve ulusal gelirin hızlı bir biçimde düşmesi ülkeyi genel bir
ekonomik durgunluk içine sürükler.7
Ülkenin içine düştüğü bu ekonomik durgunluk, kuşkusuz, ekonomi politikalarının
değiştirilmesi aşamasında önemli bir etki yapacaktır. Ancak, ekonomik durgunluğun yarattığı
toplumsal ve siyasal sorunları dışlayarak, bu etkiyi ele almak, kanımızca, hatalıdır. Bu
nedenle, ekonomik alanda yaşanan sorunların, ciddi bir toplumsal muhalefete yol açtığını; söz
konusu toplumsal muhalefetin de rejimi tehdit eder bir biçimde büyüdüğünü, incelediğimiz
dönemin önemli bir özelliği olarak kaydetmek gerekir. Bu da en açık biçimde, 12 Ağustos
1930 tarihinde Mustafa Kemal’in özendirmeleriyle Fethi [Okyar] Bey’in genel başkanlığında
kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) örneğinde görülebilir.
Yazımızın kapsamı, SCF’ye ilişkin belgelerin ayrıntılı bir biçimde incelenmesine engeldir.
Ancak, partinin program ve tüzüğüne kısaca değinmenin yerinde olacağını düşünüyoruz. Parti
programının ilk maddesinde, partinin, cumhuriyetçilik, ulusçuluk ve laiklik ilkelerine bağlı
olduğu vurgulanıyor; parti tüzüğünün ilgili maddelerinde de varolan anayasal düzene bağlılık
dile getiriliyordu. Parti programının ve parti tüzüğünün diğer maddeleriyse ağırlıklı olarak
ekonomik sorunlarla ilintiliydi. Bu maddelerde, özel girişimciliğe ağırlık verileceği, devletin
ekonomiye karışmasının sınırlı bir düzeyde tutulacağı, yabancı sermayenin özendirileceği
kaydediliyor, vergilerin ağırlığı ve toplanma biçimi eleştiriliyordu. Parti programının ve
tüzüğünün ekonomik ilkelerle ilgili boyutu, partinin adında yer alan serbest kavramını, bizce,
açıklamaktadır. Parti programının ve tüzüğünün, başta cumhuriyetçilik, ulusçuluk ve laiklik
ilkelerine bağlılığı olmak üzere, varolan anayasal düzenle çelişmeyen boyutuysa, benzer bir
biçimde, partinin adında yer alan cumhuriyet kavramını açıklar.
Ana hatları yukarıda verilmeye çalışılan bu program ve tüzüğün, geniş kitleler için çözüm
önerileri getirmediği ortadadır. Ancak, programının ve tüzüğünün bu özelliğine karşın,
SCF’nin kuruluşunun hemen ardından büyük bir ilgi uyandırdığı ve geniş geniş kitleler
tarafından desteklendiği bilinmektedir. Hatta, partinin, kısa süre içinde, “kitlelerin dili ve
dileği” durumuna geldiği bile söylenebilir. Ancak, SCF’nin yaşamı uzun süreli olmadı; 1930
yılının Ağustos ayında kurulan bu parti, 1930 yılının Aralık ayında kendi kendini feshetti. Bu
durumda, Cumhuriyet tarihinin ikinci çok partili siyasal yaşam deneyimi de başarısızlıkla
sonuçlanıyordu. Bu başarısızlık, önemli ölçüde, SCF’nin, devrime ve onun ilkelerine karşı
olanların çatısı durumuna gelmesiyle ilintilidir. Dolayısıyla, tasarlananlar bir anlamda ters
tepmiş, SCF, devrimi ve rejimi hedef alanların örgütü olarak algılanmaya başlamış oluyordu
ki; tüm bunlar, beklenilmeyen gelişmelerdi.8
Kuşkusuz, bu yazı çerçevesinde, altı çizilmesi gereken asıl nokta, geniş halk kitlelerinin,
SCF’ye gösterdiği ilgidir. Bu ilginin, bir ölçüde, geniş kitlelerin Cumhuriyet Halk
Fırkası’ndan (CHF) soğumasıyla ilintili olduğu düşünülebilir. Ancak, söz konusu kitleyi,
program ve tüzüğünün yukarıda açıklanmaya çalışılan özelliklerine karşın, SCF’yi yoğun bir
biçimde desteklemeye  iten asıl nedeni, hız kazanan devrimler ve özellikle de ekonomik
sorunlar çerçevesinde ele almak daha doğru olacaktır.  Bu durum, Mustafa Kemal’in 1930
yılının son, 1931 yılının ilk aylarını kapsayan yurt gezisi incelendiğinde daha da iyi anlaşılır.
SCF  örneği kapsamında aktardığımız bu gelişmelerin, bizce, Türkiye’de ekonomi
politikalarının köklü bir biçimde değişmesinin başlıca nedenlerinden biri olduğuna, kuşku
yoktur.  Yukarıda nedenlerini aktarmaya çalıştığımız ekonomik durgunluğun geniş kitleler
üzerinde yarattığı baskı, bu baskının ciddi bir toplumsal muhalefete neden olması ve
toplumsal muhalefetin de rejimi tehdit eder biçimde büyümesi ekonomi politikalarının kökten
değişmesini derinden etkileyen gelişmelerdir.
Ekonomi politikalarının köklü bir biçimde değişmesinin bir başka nedeninin de ilk taksidinin
ödemesi yaklaşan Osmanlı dış borçları olduğu söylenebilir. Türkiye, Osmanlı dış borçlarının
ilk ödemesini 1929 yılında gerçekleştirecekti. Osmanlı dış borçlarının ilk taksitinin
yaklaşması, Türkiye’de para ve kambiyo bunalımı yaratıyor; bu, diğer nedenlerle birleşip,
Türkiye’de yaşanacak köklü ekonomi politikası değişikliğinin habercisi oluyordu.
Bu durumda, incelediğimiz dönemde, Türkiye’de ekonomi politikalarının köklü bir biçimde
değişmesine yol açan temel nedenleri, aşağıdaki gibi, özetlemek olanaklıdır:
1. Ekonomik anlamdaki hedefin ulusal ve bağımsız bir ekonomik yapı  üzerinde
kalkınmak  ve   bu   kalkınmayı   da   sanayileşme
yoluyla sağlamak olmasına karşın, 1923 – 1929 döneminin anlamlı bir sanayileşme
sürecini içermemesi;
2. Çeşitli iç ve dış nedenlerle ülkenin genel bir ekonomik durgunluk içine girmesi ve
bu durgunluğun rejimi tehdit edebilecek bir toplumsal muhalefete yol açması;
3. İlk taksidinin ödemesi yaklaşan Osmanlı dış borçlarının yarattığı  para ve kambiyo
bunalımı.9
Ekonomi politikalarının köklü bir biçimde değişmesine yol açacak nedenlerin, ilgili dönemin
olanakları içinde anlam kazanıp, önce korumacılığa, ardından da devletçiliğe geçişi
hazırladığı söylenebilir. Bu olanakların da,  kanımızca, en önemlileri 1929 Büyük
Bunalımı’yla Lozan Anlaşması’na ek olarak imzalanan ve Türkiye’nin gümrük tarifelerini
yükseltmesini engelleyen sözleşmenin süresinin dolmasıyla ilintilidir.
Gelişmiş kapitalist ekonomileri etkisi altına alarak başlayan 1929 Büyük Bunalımı’nın en
önemli sonucu, devletin ekonomide etkin rol oynaması düşüncesini beslemesi olmuştu.
Uygulama da bu yönde gelişiyordu. Bu dönemde Fransa’da gündeme gelen güdümlü
ekonomi, İngiltere ve ABD kamu harcamalarının artırılması, İtalya ve Almanya’da kurulan
faşist yönetimler bu bakımdan anlamlıdır. Az gelişmiş  – gelişmemiş ekonomilerse, aynı
dönemde, koruma duvarlarının ardına sığınarak, içe dönük (ithal ikameci) sanayileşme
hamlelerinin ilk adımlarını atıyorlardı. Dünya ekonomisiyle hammadde dışsatımcısı ve
ağırlıklı olarak sanayi tüketim malı dışalımcısı olarak bütünleşen ve serbest dış ticaret rejimi
uygulayan bu ülkeler, 1929 Büyük Bunalımı sırasında, hammadde fiyatlarının sanayi malların
fiyatlarından çok daha yüksek oranlarda düşmesi nedeniyle, dışalım kapasitesinde ciddi
daralmalar yaşamaya başlamışlardı. İthalatın reel olarak düşmesiyse, bu ülkelerdeki toplam
tüketim hacminde ve yaşam koşullarında gerilemelere yol açıyordu. Bu durumda, dışalımı
denetleyen koruma önlemlerine başvurarak içe dönük sanayileşmeci bir ekonomi politikası
izlemek, tek çıkar yol gibiydi. 1929 Bunalımı’nın hem gelişmiş hem de az gelişmiş  –
gelişmemiş ekonomiler kapsamında yarattığı, devletin ekonomiye karışmasını tetikleyici bu
etki, Türkiye’de önce korumacılığa ardından da devletçiliğe geçişin olanaklarından biri olarak
kabul edilebilir. Bu çerçeve içinde, kapitalist olmayan bir sistem içinde planlı ekonomi
politikaları uygulayarak 1929 Büyük Bunalımı’ndan etkilenmeyen ve gelişme çizgisini
koruyan Sovyetler Birliği’nin önemli bir örnek olarak dikkat çektiğini de belirtmek yerinde
olacaktır.
Türkiye’de önce korumacılığa daha sonra da devletçiliğe geçişini hazırlayan olanakların bir
diğeriyse, Lozan Anlaşması’na ek olarak imzalanan ve Türkiye’nin gümrük tarifelerini
yükseltmesini engelleyen sözleşmenin süresinin dolması kapsamında ele alınabilir. Bu,
Türkiye’nin korumacı özellikler taşıyan yeni bir gümrük tarifesini uygulamaya koymasını
sağlayacak ve ekonomi politikalarının da korumacılığa doğru evrilmesinin önünü açacaktır.10
***
Türkiye, 1930’lu yılların başında, köklü bir ekonomi politikası değişikliğine sahne oldu. Bu
dönemde, bu türden bir değişikliğin nesnel nedenleri ve olanakları hazırdı. Söz konusu neden
ve olanakları bir önceki bölümde göstermeye çalıştık. Bu bölümdeyse Türkiye özelinde
devletçi uygulamalar ve Türkiye’de devletçiliğin belirgin özellikleri üzerinde duracağız.
Türkiye’de 1929 – 1939 yılları arası döneminde uygulanan ekonomi politikaları açısından iki
belirleyici unsurun öne çıktığı, kanımızca, açıktır. Birbirleriyle iç içe olan ve kısa bir süre
dışında uygulamada da bir arada gözüken bu iki unsurdan birincisi “korumacılık”, ikincisi de
“devletçilik”tir. 1929 yılından 1932 yılına kadar olan süre içinde, “salt” korumacı önlemlerle
yetinildiği görülür. 1932 yılı, devletçi politikalara ani bir geçişi temsil eder. Bu bakımdan,
1932 yılını, bir kırılma noktası olarak göstermek olanaklıdır. 1933  – 1939 yılları arası
dönemdeyse korumacılık ve devletçilik, bir arada, dönemin ekonomi politikalarına damgasını
vurur.
Yukarıda da belirtildiği gibi, salt korumacı önlemler, devletçilikten daha önce gündeme
gelmiş ve yaklaşık iki yıl boyunca uygulama alanı bulmuştur. Korumacılığın bir kaç temel
amaçla gündeme geldiğini öne sürmek olanaklıdır. Bu amaçlardan biri, dış ticaretin
denetimine; bir başka deyişle, dış ticaretin açık değil fazla vermesini sağlamaya yöneliktir. Bu
anlamda, Lozan Barış Anlaşması’na ek olarak imzalanan ticaret sözleşmesinin süresinin
dolmasının ardından, koruma gücü çok daha yüksek yeni bir gümrük tarifesinin uygulamaya
konması, dışalıma kotalar getirilmesi ve dışsatımı denetleme yetkisinin hükümete verilmesi
önemli gelişmeler olarak karşımıza çıkar.
Korumacı politikaların bir başka amacıysa kambiyo denetimine ilişkindir. 20 Şubat 1930
tarihinde çıkartılan Türk parasının değerinin korunmasıyla ilgili yasa, bu yoldaki adımların en
önemlilerinden biri olarak gösterilebilir. Bu yasayla hükümete, Türk parasının değerinin
korunmasıyla ilgili önlemler alma yetkisi veriliyor; hükümetin bu yetkisi, aynı yasanın
kapsamında olan cezalarla güçlendiriliyordu. Bu bağlamdaki bir başka önemli adımınsa
Bankalar Konsorsiyumu’nun kurulmasıyla atıldığı söylenebilir. 24 Mart 1930 tarihinde
çalışmalarına başlayan bu konsorsiyum, Maliye Bakanlığı’yla bankalar arasında özel bir şirket
olarak kurulmuş ve kambiyo piyasasına önemli ölçüde kararlılık kazandırmayı başarmıştır.
Türkiye’de kambiyo denetiminin en önemli adımıysa kuşkusuz, uzun bir hazırlık döneminin 11
ardından, 11 Haziran 1930 tarihinde, TCMB’nin (Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası)
kurulmasıyla atılmış, TCMB’nin kurulmasıyla, kambiyo denetimi yolunda önemli bir
aşamaya ulaşılmıştır.
Görüldüğü gibi, korumacı politikaların temel amacı, bir boyutuyla dış ticareti, diğer boyutuyla
da kambiyo piyasasını denetim altına almaya yöneliktir. Bunlara bir de, kamu harcamalarını
kamu gelirleriyle dengeleme isteğini eklemek yerinde olacaktır.
Salt korumacı önlemlerin, Türkiye’nin o günkü koşullarında yeterli olmadığı açıktır.
Türkiye’nin o günkü koşulları, bu türden önlemlerin, ekonominin genişletilmesini sağlayacak
girişimlerle desteklenmesini gerektirmektedir. Bu da, incelediğimiz döneme ilişkin olarak,
ağırlıklı olarak, devletçi uygulamalarla sağlanmış; korumacılık, devletçilikle tamamlanmıştır.
Bu durum, kuşkusuz, köklü bir “ekonomi politikası değişikliği”ne işaret etmektedir. Ancak
bunun bir “sistem değişikliği” olmadığının altını çizmek gerekir. Değişen, yalnızca, kapitalist
gelişme modelinin öznesidir. Bu özne, devletçilik öncesi dönemde “özel girişim”ken, devletçi
uygulamaların gündeme geldiği dönemde “devlet” olmuştur. Türkiye, artık, sanayileşme
yoluyla kalkınma hedefine, özel girişim eliyle değil, devlet eliyle ulaşmaya çalışacaktır.
Yukarıda sözü edilen köklü ekonomi politikası değişikliğinin kamuoyuna yansıyan ilk
işaretinin Başbakan İsmet [İnönü] Paşa’dan geldiği söylenebilir. Başbakan İsmet [İnönü]
Paşa, 12 Şubat 1929 tarihinde, yerli mallar haftasının açılışında yaptığı konuşmasında,
hükümetin ekonomik yaşamın içinde yer almasına ilişkin düşüncelerini şu tümcelerle açıklar:
“... milli iktisat bahsında açıktan ve kendi kendini yemekten kurtulmak, sonra
aktif bir iktisadi inkişafa [gelişmeye] girmek hükümetçe ve milletçe bir çok
teşkilata ve içtimai [sosyal] tedbirlere lüzum gösteriyor. Hükümet teşkilatının
ve milli teşekküllerin iktisadın her sahasında müdahaleleri zaruri görünüyor. ...
biz hükümetin, memleket iktisadiyatına her sahada yardımcı müdahalesi ve
teşkilatı ile vazife ifa etmesi [yapması] lazım geldiği esasını takip ediyoruz.”
Başbakan İsmet [İnönü] Paşa, bu konuşmasından yaklaşık bir buçuk yıl sonra, görüşlerini
daha da açık biçimde ortaya koyacak ve 30 Ağustos 1930 tarihinde, demiryolunun Sivas’a
ulaşması dolayısıyla yaptığı kapsamlı konuşmasında, “ılımlı” devletçiliği işaret ederek, her
şeyi özel girişimden beklemenin Türkiye’nin koşullarına uymadığını dile getirecektir: 12
“... Liberalizm nazariyatı [kuramı] bütün bu memleketin güç anlayacağı bir
şeydir. Biz iktisadiyatta hakikaten mutedil [ılımlı] devletçiyiz. Bizi bu
istikamete sevkeden bu memleketin ihtiyacı ve bu memleketin fıtri [doğuştan]
temayülüdür [eğilimidir]. ... Mutedil devletçi olarak halkın temayülatına
[eğilimine] ve metalibine [isteklerine] yetişemiyoruz diye kusurluyuz.
Devletçilikten büsbütün vazgeçip her nimeti sermayedarların faaliyetinden
beklemeğe sevketmek bu memleketin anlayacağı bir şey midir?”
1930 yılının ekim ayındaysa devletçilik olgusunun, daha da güçlü bir biçimde, Türkiye’nin
gündemine oturduğu gözlemlenir. 2 Ekim 1930 tarihinde, yeni hükümet programının
görüşülmesi sırasında, Başbakan İsmet [İnönü] Paşa ve Ekonomi Bakanı Mustafa Şeref
[Özkan] Bey’in yaptığı konuşmalar bu açıdan önem taşımaktadır. Bu görüşmeler sırasında
Başbakan İsmet [İnönü] Paşa,
“.... Milli iktisatta mesleğimiz malumdur. Bizim kanaatımızca Hükümetin her
sahada faaliyeti nihayet milli iktisat için ya bir faide [yarar] temini, ya bir
engelin bertaraf edilmesi gibi bir iktisadi gayeye teveccüh ettirilmek
[yönelmek] lazımdır. İktidarımız dahilinde olan bütün gayretlerimizi bu uğurda
sarfedeceğiz. ....“
demekte ve devletçilikle aynı anlamda kullandığı “milli iktisat yolu”nu nasıl seçtiklerini şöyle
anlatmaktadır:
“.... Gerek ecnebi dostlarımdan ve gerek yerli arkadaşlarımdan milli iktisadın
bu memlekette takibi müşkül [zor] olduğunu çok delillerle işitmişimdir.
“Memleketin sermayesi yoktur, milli iktisat takip edilen yolda ecnebi
sermayesi getirmek güçtür. Binaenaleyh [bundan dolayı] biz milli iktisat
politikası takip etmeyelim, liberal bir yol tutarsak memleketin inkişafı
[gelişmesi] için daha çok sermaye getirebiliriz.” Biz bu meseleyi tetkik ederken
ve programımızı tayin ederken onun hilafı [karşıtı] olan mülahazalardan
[düşüncelerden] kaçınmış, onları dinlemekten korkmuş ve tahlil etmemiş
adamlar değiliz. Tahkik etmişiz [soruşturmuşuz], tahlil etmişiz, hangisinin karı
daha çoktur düşünmüşüz, ondan sonra milli iktisat yolunu takip ediyoruz. ....“13
Aynı görüşmeler sırasında, ekonomi bakanlığı görevine yeni atanmış olan Mustafa Şeref
[Özkan] Bey de ekonomide devletçiliği tanımlamaya yönelik bir çaba içinde, şu açıklamaları
yapmaktadır:
“.... Milli iktisat mefhumu [kavramı] da şu ibarede hulasa edilebilir
[özetlenebilir]: Memleket dahilindeki iktisadi menfaatlar kendi kendine ve
alabildiğine anarşik surette faaliyet ve harekette bulunmıyacaklardır. Onlar
yüksek bir ahenk ve muvazeneyi [dengeyi] temin etmek için bir noktaya doğru
sevk ve tevcih edileceklerdir [yönlendirileceklerdir]. Fakat ... devletin faaliyeti
ferdin faaliyeti yerine kaim [geçen] olmıyacak[tır].
Sonunda, bu türden açıklamaların en kesin olanı Mustafa Kemal’den gelir ve Mustafa Kemal,
27 Ocak 1931 tarihinde, CHF’nin (Cumhuriyet Halk Fırkası) İzmir il kongresinde yaptığı
konuşmasında, CHF’nin programının devletçi olduğunu belirtir:
“.… Memleketi imar edeceğiz derken vatandaşları en hafif mükellefiyetler
[yükümlülükler] altında bırakacak değiliz. Bilakis bütün vatandaşlar icabında
ağır mükellefiyetlere [yükümlülüklere] ve her türlü fedakarlığa tahammül
edeceklerdir. Hep beraber yapacağız. Vatandaşların şunu isterim, bunu isterim
demesi, şunu bunu yapmağa mecburum demektir. Bu yapılması lazım gelen
şeyler için vatandaş maddi, mali ve manevi mevcudiyetini müheyya [hazır]
tutarsa ancak o zaman mefkureye [ülküye] muvasalat [erişme] mümkündür.
Fırkamızın takip ettiği program, bir istikametten tamamile demokratik, halkçı
bir program olmakla beraber iktisadi noktai nazardan [açıdan] devletçidir. Bu
itibarla fırkamıza müstenit olan [dayanan] hükümeti cumhuriyenin her noktai
nazardan [açıdan] vatandaşların hayatiyle, istikbaliyle ve refahiyle alakadar
olması tabiidir. Halkımız tab’an [yaradılıştan] devletçidir ki, her türlü ihtiyacı
devletten talebetmek için kendisinde bir hak görüyor. Bu itibarla milletimizin
tabayii [yaradılışı] ile fırkamızın programında tamamiyle bir mutabakat
[anlaşma] vardır. Bu istikametten yürüyeceğiz. Ve muvaffak olacağımızda
şüphe yoktur.”14
Mustafa Kemal’in bu konuşmasıyla fiili olarak CHF’nin programına giren devletçilik, çok
geçmeden, resmi olarak da programdaki yerini alır: CHF’nin 1931 yılındaki 3. Büyük
Kurultayı’nda, fırkanın altı temel ilkesi arasında, devletçilik de kaydedilir. Devletçilik, bu
kurultayda benimsenen programda şöyle tanımlanmaktadır:
“Ferdi mesai [çalışma] ve faaliyeti esas tutmakla beraber mümkün olduğu
kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi mamuriyete [bayındırlığa]
eriştirmek için milletin umumi ve yüksek menfaatlerinin icab ettirdiği işlerde
bilhassa iktisadi sahada devleti fiilen alakadar etmek mühim
esaslarımızdandır.”
CHP’nin (Cumhuriyet Halk Partisi) 1935 yılındaki 4. Büyük Kurultayı’ndaysa parti programı
değiştirilerek, devletçiliğin yeniden tanımlandığı görülür. Bu programa göre, devletçilik
ilkesinin tanımı şöyledir:
“Özel kınav faaliyet ve çalışma esas olmakla beraber, imkan olduğu kadar az
zaman içinde ulusumuzu genliğe ve yurdu bayındırlığa eriştirmek için, genel
ve yüksek asığların  çıkarların gerektirdiği işlerde, hele ekonomik alanda,
devleti filiğ surette fiili olarak ilgilendirmek başlıca esaslarımızdandır.
Devletin ekonomi işleri ile ilgisi filiğ surette  fiili olarak yapıcılık olduğu
kadar, özel girişimlere ön vermek ve yapılmakta olan işleri düzenlemek ve
kontrol da etmektir.
Devletin filiğ olarak  fiili olarak, hangi ekonomik işleri yapacağının
belirtilmesi, ulusun genel ve yüksek asığlarına çıkarlarına bağlıdır. Bu lüzum
üzerine, devletin, filiğ olarak  fiili olarak, kendi yapmağa karar verdiği iş,
eğer, özel girişit  girişim elinde bulunuyorsa, onun alınması her defasında
özgü bir kanun çıkarmağa bağlıdır. Bu kanunda özel girişitin  girişimin
uğrayacağı zararın, devlet tarafından ödem  tazmin şekli gösterilecektir. Bu
zarar oranlanırken  ön görülürken, gelecekteki kazanç ihtimalleri hesaba
katılmaz. “15
Tüm bunların sonunda da, devletçilik, 5 Şubat 1937 tarihinde, CHP’nin diğer temel ilkeleriyle
birlikte anayasaya alınır: Anayasanın ikinci maddesine göre Türkiye, cumhuriyetçi, ulusçu,
halkçı, devletçi, laik ve devrimcidir...
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Türkiye’de devletçi uygulamalar bakımından 1932 yılı bir
kırılma noktasını temsil etmektedir. 1932 yılına bu özelliğini veren, bu yılın temmuz ayında,
ardı ardına çıkartılan yasalardır. Söz konusu yasalarla devlete, ekonomik yaşamla ilgili çok
büyük yetki ve olanaklar tanınmıştır. Örneğin 2 Temmuz 1932 tarihinde çıkartılan çay, şeker
ve kahve dışalımının tek elden yönetimine ilişkin yasayla hükümete, ilgili maddelerin
dışalımını tek elden yönetme yetkisi verilmektedir. Bu yasanın çıkartılması, devletin dış
ticarete karışmasına ilişkin önemli bir gelişme olarak kabul edilebilir. 3 Temmuz 1932
tarihinde çıkartılan bir başka yasaysa buğday fiyatını korumak ve düzenlemek için, hükümetin
gerekli gördüğü durumlarda, Ziraat Bankası’nın buğday alıp satabileceğini ve bu faaliyetten
dolayı bankanın uğrayacağı bir milyon liraya kadar olan zararın da hükümetçe karşılanacağını
hükme bağlar. Bunların yanı sıra, 9 Temmuz 1932 tarihinde çıkartılan bir başka yasa da
Türkiye limanları arasında düzenli posta seferleri yaparak yolcu, hayvan ya da eşya taşıma
işini devlet tekeline verir ve bu işte çalışan özel kişilere ait gemileri de isteğe bağlı olarak
devletleştirmeye tabi tutar.
Ancak bizce, bu bağlamdaki en önemli gelişme, kamu kesiminden özel kesime kaynak
aktarma görevini yüklenen Sınai ve Maadin Bankası’nın faaliyetlerine son verilmesidir. Sınai
ve Maadin Bankası’nın faaliyetlerine son verilmesiyle bu bankanın işletmecilik görevleri, 3
Temmuz 1932 tarihinde kurulan DSO’ya (Devlet Sanayi Ofisi), bankacılık görevleri de 7
Temmuz 1932 tarihinde kurulan Sanayi Kredi Bankası’na devredilir. DSO’yu kuran yasanın
gerekçesinde, büyük sanayi işletmelerin devletçe kurulup işletilmesinin bir zorunluluk olduğu
belirtilmekte ve DSO, devletin sanayi girişimlerinin kurulmasına proje hazırlayarak ve
projeleri uygulayarak yardım etmekle görevlendirilmekteydi. DSO, ayrıca Sınai ve Maadin
Bankası’nın yönetimi altında bulunan ve devlet  sermayesiyle kurulmuş tüm fabrikaları
yönetecek, hammadde üretim ve sürümünü artıracak girişimlerde bulunacaktı. Sanayi ve
Kredi Bankası’ysa sanayi kuruluşların kredi gereksinimlerini karşılamakla
görevlendiriliyordu.
1932 yılının temmuz ayında yaşanan bu gelişmeler, Türkiye’de devletçiliğe geçiş bakımından
bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir. Ancak 1932 yılının temmuz ayında varılan bu 16
noktadan bazı geri adımlar da atılacak, bir anlamda, bir “geriye dönüş” yaşanacaktır. Bunun
ardındaki temel nedense yaşanan gelişmelerin sermaye çevrelerinde yarattığı tepkidir. Bu
tepki, öncelikli olarak, Ekonomi Bakanı Mustafa Şeref [Özkan] Bey’i koltuğundan eder.
Mustafa Şeref [Özkan] Bey’in yerineyse sermaye çevrelerinin güvenini kazanmış bulunan İş
Bankası Genel  Müdürü Celal [Bayar] Bey atanır. Sözünü ettiğimiz geri adımlar da Celal
[Bayar] Bey’in ekonomi bakanı olmasından sonra gündeme gelir.
Bu gerilemelere ilişkin ilk önemli gelişme, Türkiye limanları arasında düzenli posta seferleri
yaparak yolcu, hayvan ya da eşya taşıma işinin devlet tekeline verilmesiyle ilintili olarak
yaşanır. Bu durumu hükme bağlayan yasa, 29 Mayıs 1933 tarihinde, yerini, Denizyolları
İşletme Kanunu’na bırakır. Yeni yasaya göre, Türkiye limanları arasında düzenli posta seferi,
yine, devlet tekelindedir. Ancak yeni yasanın gerekçesinde, eski yasanın, özel deniz ticaretini
ortadan kaldırmakta olduğu için eleştirildiğine işaret edilerek, özel deniz ticaretini
canlandırma gereğine dikkat çekilmektedir. Özel deniz ticareti canlandırılırken de  yıkıcı
rekabetin yeniden doğmasını önlemek için belirli bir tarife uygulanacak, çok sayıda özel
işletme varken tarifenin uygulanması olanaksız olduğundan da armatörlerin bir anonim şirket
halinde birleşmeleri gerekecektir. Bu gelişme, “tekel”den yarı “tekel”e doğru bir dönüşe işaret
etmektedir.
Söz konusu gerilemelere ilişkin bir başka gelişme de Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun özel
sanayicilere tanıdığı, ancak Sanayi ve Kredi Bankası’nın kurulmasıyla birlikte kaldırılan
gümrük bağışıklıklarının, 3 Haziran 1933 tarihinde, yeniden tanınmasıyla gündeme gelir.
Ancak hammaddelere ilişkin gümrük bağışıklıklarından yararlanmak için, Teşvik-i Sanayi
Kanunu’nda bulunmayan bazı yeni koşullar da getirilmiştir. Bağışıklıktan yararlanacak
girişimcinin faaliyet alanında, ülke gereksinimine göre fazla üretim olmaması ve
hammaddeleri kısmen ya da bütünüyle dışarıdan sağlanan sanayi kolunun ülkeye sağlayacağı
yararın, bağışıklık vermek yoluyla korunmaya değer olması bu koşullardandır. Bir başka
koşulsa bağışıklıktan yararlanan kurumların, dışarıdan aldıkları hammaddeler nedeniyle yurtta
yetişen ve dışarıdan alınanlarıyla aynı nitelikte olan ham veya yarı mamul maddelerin
gelişimine engel olunmamasına ilişkindir.
Bu bağlamdaki bir başka gelişmeyse DSO ve Sanayi ve Kredi Bankası’nı kuran yasaların
yürürlükten kaldırılması ve bu iki kuruluşun, 3 Haziran 1933 tarihinde, Sümerbank’ın
bünyesinde birleştirilmeleridir. Kamu kesimi kalkınma bankası niteliği taşıyan Sümerbank’ın 17
temel işlevlerinden biri, varolan sanayi tesisleri yönetmek ve yeni tesisler kurmaktır.
Sümerbank, bunun yanı sıra, ulusal ekonomiye katkıda bulunacak sanayi kuruluşlara
katılmakla, özel kuruluşlardaki devlet katılım paylarını yönetmekle ve DSO’dan devralacağı
fabrikaları işletmekle görevlendirilmiştir. Sümerbank, devlet sermayesiyle kurulacak tüm
sanayi kuruluşlarının etüt ve projelerini de hazırlayacak, bunları kuracak, yönetecek, sanayi
kesimi için gerekli işgücünü yetiştirecektir.
Aktarmaya çalıştığımız bu gelişmeler, devletçilik anlayışında 1930’lu yılların başında
yaşanan dönüşümleri açık bir biçimde yansıtmaktadır. Kanımızca, bu gelişmeler içerisinde en
çarpıcı olanı, Sümerbank’ın kuruluşudur. Sümerbank’ın kuruluşunu öngören yasa, DSO ve
Sanayi ve Kredi Bankası’nı kuran yasaların temsil ettiği devletçi anlayışın gerisindedir.
Ancak bu, Sınai ve Maadin Bankası’nı kuran liberal anlayışa dönüldüğü anlamına gelmez.
Farklı bir deyişle, bir geriye dönüş vardır, ama bu geriye dönüş, tam değildir. Kanımızca, özel
girişimi desteklemeye yönelik olarak kurulan Sınai ve Maadin Bankası’ndan, katı bir
devletçiliği yansıtan Sanayi ve Kredi Bankası’na uzanan, oradan da daha ılımlı bir devletçiliği
ifade eden Sümerbank’a varan çizgi, devletçilik anlayışında 1930’ların başında yaşanan
dönüşümleri izlemek için yeterlidir.
1933 yılından 1939 yılına kadar egemen olan korumacı – devletçi politikaların, ekonominin
pek çok alanında uygulama alanı bulduğu söylenebilir. Örneğin, tarım kesimi, devletçi
politikaların yoğunlaştığı temel alanlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ziraat
Bankası’na üreticiden buğday satın alma yetkisinin tanınması, ürünlerin fiyatlarının ve alım
yerlerinin saptanmasının hükümete bırakılması, tarım kesimine yönelik bu türden
uygulamaların en önemlilerindendir. Bunun yanı sıra, tarım kesiminde devlet işletmelerinin
piyasaya fiilen egemen olması da altı çizilmesi gereken bir başka noktadır. Daha çok
şekerpancarı ve pamuk örneğinde karşılaşılan bu durum, tarımsal hammaddeyi kullanan
sanayinin büyük ölçüde devlete ait olması nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Tarım  kesiminin
yanı sıra, hizmetler kesiminde de devletçi uygulamalara rastlanır. Örneğin, faiz hadlerinin
hükümet tarafından belirlenmesi yoluyla ortaya çıkan bankacılık alanındaki devletçilik
uygulamaları, bu kapsamdaki önemli örneklerdendir. Ancak devletçi uygulamaların en yoğun
olarak yaşandığı alanın sanayi kesimi olduğu, kanımızca, açıktır. Bu dönemde devlet, sanayi
kesiminde hem yatırımcı, hem de işletmeci olarak yerini alır. Türkiye Cumhuriyeti’nin
ekonomik alandaki hedefinin kalkınma olması, kalkınma için de sanayileşmeye bel
bağlanması, bu durumu anlamak için yeterli gözükmektedir. Bunun üzerine, Türkiye 18
Cumhuriyeti’nin Osmanlı Devleti’nden sanayi alanında, neredeyse yalnızca sanayileşme
özlemini miras olarak almasını ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu  alanda anlamlı bir
gelişmenin yakalanamamasını eklemek yerinde olacaktır.
Sanayi kesiminde devletçi uygulamaların temel yapı taşını BBYSP (Birinci Beş Yıllık Sanayi
Planı) oluşturmaktadır. 1933 yılında hazırlıkları tamamlanan ve 1934 yılında uygulamasına
geçilen BBYSP’nin temel amacı, ülkenin gereksinim duyduğu sanayiyi oluşturmaya
dönüktür. Bu noktada, itici güç olarak, Türkiye’nin, yalnızca hammadde üreticisi bir ülke
konumunda kalmaması gereği gösterilir. BBYSP, gereksinim duyulan sanayinin oluşturulması
sırasında devletin yükleneceği etkin rolü de, ülkede ekonomik bir devrim gerçekleştirmeye
yarayacak araçların yetersizliğiyle açıklar. Devlet, bu yetersizlik karşısında, iktisadi
gelişmenin gerektirdiği önlemlerle doğrudan ilgilenmek zorunda kalmıştır.  Bu durumda,
BBYSP’nin temel amacı, devlet eliyle bir sanayi yaratmak biçiminde özetlenebilir.
BBYSP’yle yaratılacak sanayi içinde, özellikle dışalım konusu olan temel tüketim mallarının
üretimine öncelik verileceği anlaşılmaktadır. Bunun yanı sıra, BBYSP, hammaddeleri ülkede
bulunan ya da bulunması olanaklı olan sanayi kollarını ele alır. Bu sanayi kolları, BBYSP’de,
dokuma sanayi, maden sanayi, kağıt sanayi, cam  – porselen sanayi ve kimya sanayi olarak
sıralanmaktadır. BBYSP’de bu sanayi kollarının büyük sermaye ve ileri bir tekniği
gereksediği belirtilerek, kuruluşları devlete bırakılmıştır. Ayrıca kurulmasına karar verilen
sanayinin üretim kapasitesi, ülkenin üretim ve tüketim kapasitesiyle orantılı olarak seçilmiştir.
Bu nedenle, sanayi ürünlerinin dışsatımı, planın amaçlarının dışında kalmaktadır.
BBYSP’de Sümerbank tarafından kurulması öngörülen fabrikaların finansmanı için 41,5
milyon, İş Bankası tarafından kurulması öngörülen fabrikaların finansmanı için de 2,4 milyon
lira gerektiği saptanmıştır. Böylece, planın finansmanı için gereken tutar yaklaşık 44 milyon
lira olarak hesaplanmıştır. Bu arada, Sümerbank tarafından kurulması öngörülen fabrikaların
finansmanında kullanılmak üzere, SSCB’den kredi alınması da kararlaştırılmıştır. 10,5 milyon
lira olarak saptanan bu kredi, 1934 yılını izleyen 5 yıl içinde, her yıl bütçeden ayrılacak 6
milyon lirayla geri ödenecektir.
BBYSP’de öngörülen yatırımların büyük bölümünün dokuma sektörüne ayrıldığı
görülmektedir. BBYSP’de dokuma sektörü için öngörülen yatırım, öngörülen toplam
yatırımların yaklaşık yüzde 50’sidir. Öngörülen toplam yatırımların yaklaşık yüzde 27’si de 19
madencilik sektörü için ayrılmış, yaklaşık yüzde 12’yle kağıt sanayi, yaklaşık yüzde 5’le
kimya sanayi ve yine yaklaşık yüzde 5’le cam sanayi, maden sanayini izlemiştir.
BBYSP’nin başarılı bir biçimde yürümesinin ardından, 1936 yılında, İBYSP (İkinci Beş
Yıllık Sanayi Planı) hazırlanır. İBYSP, BBYSP’nin tersine, ara ve yatırım mallarının
üretimine öncelik veren bir plan görünümündedir. İBYSP’de önerilen sanayi kolları, bu
durumu açık bir biçimde yansıtır. Söz konusu sanayi kollarıysa maden sanayi, maden kömürü
sanayi, bölge elektrik santralleri sanayi, konut yakacakları sanayi, toprak sanayi, gıda sanayi,
kimya sanayi, mekanik sanayi ve denizcilik sanayidir.
İBYSP, BBYSP gibi ülkenin ekonomik yapısına ve koşullarına uygun olan ve büyük
sermayeyle ileri bir teknolojiyi gerekseyen, ayrıca hammaddesi de bütünüyle ülke içinde
bulunan sanayi kollarını içermektedir. Bunun yanı sıra, İBYSP, ülke içinde sürümü az, ancak
dışarıda geniş bir tüketim alanı bulunan madenlere özellikle eğilmekte, BBYSP’ye göre
kurulmakta olan fabrikaların yarı mamul mallarını işleyecek yeni fabrikaların oluşturulmasını
içermekteydi. Bu bakımlardan, İBYSP’nin, kendi kendine yeterlik ilkesine önem veren
BBYSP’nin doğal bir uzantısı olduğu söylenebilir.
İBYSP, yaklaşık 107 milyon lirayla 112 milyon lira arasında bir yatırımı öngörmektedir. Söz
konusu yatırımların madencilik ve maden kömürü alanlarında yoğunlaştığı anlaşılmaktadır;
bu iki alana ayrılan yatırım tutarı, toplam yatırımların yaklaşık yüzde 40’ıdır. Madencilik ve
maden kömürü alanında yapılacak yatırımları, yaklaşık yüzde 16’yla kimya sanayi, yüzde
14’le elektrik santralleri sanayi ve yüzde 12’yle de denizcilik sanayi  alanlarında yapılacak
yatırımlar izlemektedir.
Sonuç:
Atatürk dönemi ekonomik anlayışı dış pazarlara ve yabancı ekonomilere bağımlılığın kaldırıp
milli ekonominin kurulmasını amaç edinmiştir. Ekonomide düzelmenin sağlanması için
gerekli olan hamlelerden biriside özel girişimciliğin ve özel sektörün yoktan var edilmesi
gerekliliğidir. Çünkü Osmanlı toplumunda çok kıt olan özel sermaye, büyük ölçüde
Müslüman olmayan azınlıkların elindeydi. Bu çerçevede bir Türk girişimci sınıfının da, yine
devlet aracılığıyla yaratılması kaçınılmaz bir hedef olarak görünmektedir. Bunun yolu da 20
devletin temel stratejik sanayiler olarak bilinen demir-çelik, tekstil, kimya, v.s. kurması daha
ileri bir aşamada bunları özel sektöre devretmesi ve özel girişimcilere kredi, vergi muafiyeti
gibi kolaylıklar sağlaması olarak düşünülmüştür. 1923-1929 yılları tarımsal üretim
bakımından “altın yıllar” olarak görülebilir. Savaş koşullarından %50 dolayında üretim
düşmeleri gözlenen başlıca ürünlerde savaş öncesi üretim hacmine 1923’ü izleyen bir iki yıl
içinde ulaşıldı. Bu olumlu gelişmede, Anadolu’nun erkek nüfusunun yeniden toprağa
dönmesine imkân veren barış koşulları en önemli rolü oynamakla birlikte, tarıma dönük
olumlu politikaların fiyat ve vergi değişkenleri yoluyla çiftçiler lehine kaynak yaratma
sonuçları da belirleyici olmuştur. Özellikle Batı Anadolu’da nüfus mübadelesinin yarattığı
değişmeler bazı ticari ürünlerin olumsuzluğa sebep olsa da sinai büyüme hemen hemen iki
katı büyüme hızına ulaşmıştır.

1
12. HAFTA: KEMALİST ULUSÇULUK ANLAYIŞI
Özet:
Türk Devriminin ana eksenlerinden biri ulus devletin inşası ve uluslaşmasıdır. Ulus en genel
biçimde aynı tarihsel kökten gelen, kültür ve gelenek ortaklığı gösteren genellikle aynı
topraklarda ve ekonomik alanda yaşayıp aynı dili konuşan insan topluluğu olarak
tanımlanabilir. Bu tanımda dil, tarih, kültür, ülke ve ekonomi birliği vardır; ama ırk ve din
birliği geçmemektedir. Kemalist ulusçuluk anlayışı Türkiye toprakları üzerinde, evrenselliğe
de açık bir ulusal kimlik yaratma amacını güdüyordu. Burada üç kilit kavram karşımıza
çıkmaktadır. Türkiye toprakları, evrensellik ve ulusal kimlik. Türkiye toprakları vurgusu
dünya Türklüğüne ilişkin iddialar içermemesi, saldırgan ve yayılmacı olmaması, barışçı ve
savunmacı olması anlamınadır. Evrensellik yabancı ve batı düşmanlığının reddi muasır
medeniyet değerlerinin benimsenmesi hatta hedef olarak tutulması evrensel insanlık ülküsü
olarak hümanizmanın kayda alınması demektir.
12. HAFTA: KEMALİST ULUSÇULUK ANLAYIŞI
Türk Devriminin ana eksenlerinden biri ulus devletin inşası ve uluslaşmasıdır. Ulus en genel
biçimde aynı tarihsel kökten gelen, kültür ve gelenek ortaklığı gösteren genellikle aynı
topraklarda ve ekonomik alanda yaşayıp aynı dili konuşan insan topluluğu olarak
tanımlanabilir. Bu tanımda dil, tarih, kültür, ülke ve ekonomi birliği vardır; ama ırk ve din
birliği geçmemektedir.
Tarihsel bir kategori olarak ulus üç ayak üzerinde yükselmiş sayılır. Ekonomik yaşamda,
feodal toplumun içinden kapitalizmin, yerli burjuvazilerin doğması ve bunların ulusal pazar
birliğini yaratması. Siyasal düzlemde, feodal parçalanmışlıktan merkezi ulusal devletlere
geçiş. Kültürel alanda da dil ve kültür birliğinin doğumu.
Uluslaşma dünya tarihinde üç kaba dalga halinde gerçekleşmiştir. Birinci dalga özellikle
İngiltere ve Fransa’yı önüne katmış olup, 17-18. yüzyıllara özgüdür.  Farklı bir uluslaşma
anlayışını sahiplenen Amerika’yı burada anabiliriz.  İkinci dalga Avrupa ve Güney
Amerika’nın geciken uluslaşmalarıdır. Alman, İtalyan, Orta ve Doğu Avrupa uluslaşmaları ve 2
Latin Amerika’da İspanyol ve Portekiz sömürgeciliklerine karşı mücadeleden doğan  ulus
devletler bu bağlamda değerlendirilebilir. Bunların birçoğunda yabancı boyunduruktan
kurtulma mücadelesi esas itici güçtür. Üçüncü dalga 20. yüzyılda gerçekleşmiştir. Türkiye’nin
başını çektiği ve Asya-Afrika’da sömürgeciliğin tasfiyesiyle yükselen bağımsızlaşma ve
uluslaşma süreci.
Osmanlı dönemindeki ulusçuluğu ikinci büyük uluslaşma dalgasının sonlarına yerleştirmek
mümkündür. Birinci Dünya Savaşı sonrası yaşananlar, Mütarekenin ağır koşulları olumsuz ve
karanlık bir tablo çizmişti. Ama siyasal bir dönüşüm için uygun bir ortamın alt yapısı da gene
bu dönemde oluşmuştu. Çokuluslu bir imparatorluğun sürdürme yükü omuzlardan kalkmıştı.
Arap topraklarının kaybıyla doğal ulusal sınırlar doğmuştu. Bu süreçte ulusçuluk ve ulusal
bağımsızlık yükselen yeni değerler oldular. Olağanüstü olumsuz koşullar uluslaşma sürecine
ve bilincine olağanüstü bir ivme kazandırdı. Din birliği duygusunun sağladığı popüler
kaynaşma önemli olmakla birlikte Kurtuluş Savaşı ve Önderlik kendilerini dinsel olmayan
dünyevi ve ulusal kavramlarla meşrulaştırma yolunu seçtiler. İstiklal Harbi, İstiklal-i Milli,
Kuva-yı Milliye, Müdafa-i Hukuk-ı Milliye vb.
Böylece milliyetçilik egemen ideoloji durumuna yükselmekteydi. Anavatanın işgalini ve
sömürgeleştirilmesini reddeden yerel ve ulusal önderlerle birlikte, orta sınıfların
antiemperyalist milliyetçiliği kendini adım adım kabul ettirdi. Kurtuluş Savaşı dönemi
ulusçuluğunun dikkat çekici özellikleri  vardır. Antiemperyalist olmak bunların en başta
gelenidir. Aynı yıllarda Çin ve İran’da görülen ulusal mücadelelerde de kendini göstermişti.
Ulusal bağımsızlık ve ulusal ekonomi bütün bu hareketlerin ortak hedefleriydi. İkinci özellik
tepkici olmaktır. Bununla kastedilen başka ve dış güçlere ve değerlere karşı doğmuş olmaktır.
Irkçı olmamak, toplayıcı olmak vurgulanması gereken bir başka özelliktir. Hareket ırk ya da
kan birliği tezine değil, birlikte yaşama azmine dayalıdır, kendini bu şekilde ifade etmektedir.
1918-1925 belgelerinde Türkiye Devleti, Türkiye Halkı, Türkiye ahalisi, kardeş milletler,
Anadolu milleti gibi deyimler gözde formülasyonlardır. Kurtuluş ulusçuluğu, Alman
teorisindeki nesnel birlik öğelerine (ırk, kan,  dil vb.) değil, Fransız (Renan) yaklaşımındaki
“öznel öğe”ye (inanç, istek) dayanmış gibidir. Nesnelci  (objektivist) değil, öznelci
(sübjektivist) tabiattadır.
Uluslaşma birçok batı ülkesinde ulusal merkezi devletten önce başlamış sosyolojik bir
süreçtir. Ulusal toplum yani ulus ulusal devlete öngelmiştir. Başka bir ifadeyle Millet Devleti 3
yaratmıştır. Bu oluşum en azından ikiyüzyıllık bir zaman sürecine yayılarak yaşanmıştır.
Türkiye’yi 1920’lerdeki ulusal devlet modeline sıçratan asıl dürtü, kendiliğinden bir
uluslaşma birikiminden çok istisnai bir olayda Kurtuluş Savaşında gizlidir. İdeolojik planda
savaşın antiemperyalist karakteri ulusçu bilinçlenmeyi körüklemiştir. Siyasal alanda ise
antiemperyalist karakter feodal işbirlikçi unsurları siyasette geriletirken, ulusal orta sınıfların
yurtsever unsurlarının yıldızını parlatmış, bunları siyasal iktidar katına çıkartmıştır. Kurumsal
düzeyde savaş meclisli anayasalı bir devlet düzeni içinde yürütülmüştür; ve bu devlet daha o
zamandan ulusal niteliktedir (Türkiye Devleti).
Savaşın ulus devlete geçişi temellendiren özellikleri bunlarken savaş sonrası durumun ulusal
bir devletin kuruluşunda üç büyük katkısı olmuştur. İlk katkı egemen-bağımsız bir devletin
ortaya çıkmasıdır. Kurtuluş savaşı yalnızca siyasi bağımsızlığı değil ekonomik, mali, askeri
ve kültürel bağımsızlığı da beraberinde getirmiştir. Ulusal devletin kurulmasını kolaylaştıran
ikinci etmen ulusal sınırlar olgusudur. Birinci Dünya Savaşı Arap Ortadoğusunun
Osmanlı’dan kopuşuna neden olmuş milli mücadelede Misak-ı Milli ile çizilen sınırlar Batum
ve Musul dışında gerçekleşmişti. Yeni devletin topraklarının anavatan toprakları olması bu
devletin ulusal karakter taşımasını kolaylaştırıyordu. Üçüncü katkı devletin nüfus unsuru
açısındandır. Osmanlı sistemi çokuluslu bir imparatorluk sistemiydi. Misak-ı Milli ile çizilen
sınırlar ise eskiye oranla daha türdeş bir nüfus yapısı barındırıyordu. Savaşlar sırasındaki ve
sonrasındaki yaşanan birtakım trajik olaylar da türdeşleşmeye hizmet etmişti. Ermeni tehciri
(1915), Batı Anadolu ve Trakya Rumlarının gidişi (1922), nüfus mübadelesi (1923 sonrası)
vb. çokuluslu bir yapıdan daha türdeş ve hakim uluslu bir yapıya geçişi kolaylatırdı.
1924 Anayasasına göre “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle
Türk denir” Anayasa dinsel ve ırksal farklılıkların bulunduğunu, ama Türklük sıfatının dinsel
ve ırksal bir anlam içermediğini, bunu yalnız coğrafi (Türkiye ahalisi) ve siyasal (vatandaşlık)
bir bağ ifade ettiğini vurgulamaktadır.
Batılı modellere bakıldığında ulus devletin genelde güçlü bir dip dalgasına uluslaşma temeline
oturduğu görülmektedir. 20. yüzyılda ve özellikle Üçüncü Dünya ülkelerinde bu süreç tersine
bir yön alacaktır. Bu ülkelerin çoğunda aniden ya da ulusal savaşlar sonucu doğan ulus devlet
güçlü bir uluslaşma temeline dayanıyor değildi.  Bu nedenle genç devletler tarih sahnesine
çıktıklarında daha güçlü bir şekilde kendi toplumlarına yöneldiler ve ulusu yaratma işine
giriştiler. Bu süreç ister istemez az ya da çok dozlarda otoritarizmi de beraberinde getirdi. 4
Üçüncü Dünya ülkelerinde otoriter rejimlerin yaygınlığının bir nedeni buydu. Her ulus
yaratma süreci (ulusun inşası) toplumu türdeşleştirmeci ve uyumlaştırma da demektir ki
bunun da baskıcı yöntemleri davet etmesi kaçınılmazdır.
Türkiye’de siyasal bağımsızlık sonrası devrimci hükümet devletin ulusallaşmasını büyük
çapta gerçekleştirdikten sonra (1920-24), yukarıdan aşağı bir süreci başlattı. Ulusal kimlik
yaratma amacıyla bir dizi köklü atılımlara girişti. Prof. Bülent Tanör Kemalistlerin ulusçuluk
yaklaşımının ne olduğunu anlayabilmek için öncelikle ne olmadığından bahsetmek gerektiğini
belirtir. Yeni iktidar ulusçuluk anlayışı ve uluslaştırıcı siyasal yöntemleri bakımından:
a) Monarşist değildir; Osmanlıcılıktan kopmuştur, monarşiyi devirmiştir.
b) Dinsel temele dayanmaz; İslamcılıktan uzak ve siyasal alanının dışında tutmaya
kararlıdır.
c) Kültüralist değildir; dünya Türklüğünün birliği anlamındaki Türkçülükle ilgisi yoktur.
Türkiye coğrafyası içindedir.
d) Irkçı değildir; Panturanizme ve Pantürkizme şiddetle karşıdır.
e) Yabancı düşmanı (xénophobe) değildir; antiemperyalist tavırlarını batı düşmanlığına
çevirmeyi reddeder.
f) Sınıf bilinci ve mücadelesi yanlısı değildir; ulusu sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış bir
kitle sayar.
Kemalist ulusçuluk anlayışı Türkiye toprakları üzerinde, evrenselliğe de açık bir ulusal kimlik
yaratma amacını güdüyordu. Burada üç kilit kavram karşımıza çıkmaktadır. Türkiye
toprakları, evrensellik ve ulusal kimlik.
Türkiye toprakları vurgusu dünya Türklüğüne ilişkin iddialar içermemesi, saldırgan ve
yayılmacı olmaması, barışçı ve savunmacı olması anlamınadır.
Evrensellik yabancı ve batı düşmanlığının reddi muasır medeniyet değerlerinin benimsenmesi
hatta hedef olarak tutulması evrensel insanlık ülküsü olarak hümanizmanın kayda alınması
demektir.5
Ulusal kimlik saptanması en zor ana hedeftir. Bu durum uygulamada “Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşı kimliği” ile “Türk kimliği” arasında gidip gelmelere konu olacaktır. Daha çok da
birincisinden ikincisine kayış söz konusudur.
Bu noktada uluslaştırıcı politikaların ideolojik, siyasal, hukuki ve bastırıcı araç ve aygıtları
üzerinde durulması gerekir. İdeolojik araç ve aygıtların başlıcaları laiklik ile kültür ve eğitim
kurumlarıdır. Laiklik ulusçuluğun en önemli ideolojik desteği oldu. Din egemenliğinden ulus
egemenliğine, ümmetten millete geçişte kilit rol oynadı. Bunun aracılığıyla dinsel kimlik
yerine ulusal kimlik ön plana çıkarıldı.
Kültür ve eğitim kurumları, uluslaştırıcı-laikleştirici politikaların başlıca aygıtıdır. Öğretimin
birleştirilmesinden sonra MEB, okuma yazma kursu niteliğindeki Millet Mektepleri (1928)
Türk Ocaklarının yerine kurulan Halkevleri ve büyük köylerdeki Halkodaları (1932) köklü bir
tasfiye ve reformdan geçirilen üniversite (1933) ve yeni yüksek öğretim, orta ve yüksek
öğretime konan İnkılap Tarihi Dersleri (1933-34), Köy Enstitüleri (1940) topluma ulusal
bilinç aşılayan kurumlar olmuşlardır.
Siyasal araç ve aygıt olarak en önemli kanal Parti’dir. Rejim siyasal anlamda da devletçiydi,
tek partiliydi. Devletin kendi milletini oluşturmasına ve Devlet-Millet bağlantısına aracılık
eden temel siyasal araç Cumhuriyet Halk Fısrkasıydı. Ancak rejim otoriter, parti sistemi de
tekelci olduğundan bu köprünün trafiği Devletten Millete doğru işliyordu.
Hukuki araç esasta hukuk devriminin kendisidir. Laiklik temeline dayalı hukuk birliği ve
tekliği toplumu ve yurttaşları birleştirmenin, uluslaştırmanın hukuki aracı olmuştur.
Bastırıcı araç ve aygıtlara gelince genelde otoriter tek partili rejim, özel olarak da Takrir-i
Sükun Kanunu, İstiklal Mahkemeleri, parti kapatma kararları (TPCF), İskan kanunu (1934) bu
alanda anılması gereken uygulamalardır.
Uygulama alanına gelindiğinde uluslaştırıcı icraatın çok geniş sahalara yayıldığı görülür.
Denebilir ki devrimlerin hemen hepsinde uluslaştırıcı bir yönelim vardır. Burada toplumsal ve
kültürel yaşamla ilgili olanlar ilk akla gelenlerdir. Toplumsal yaşam yeni bir ulus anlayışı
çerçevesinde yeniden düzenlenmek istenmiştir. Nüfus hareketleri bu yönde dikkati çeken
uygulamalardır. 1923 nüfus mübadelesi nüfusun türdeşleştirilmesi doğrultusunda bir adımdı. 6
İskan Kanunu ile (1934) Kürt nüfusun bir kesiminin batı illerine yerleştirilmesi de aynı
doğrultuda bir eritme denemesidir.
Ümmet toplumundan ulus toplumuna geçişi  göstermesi anlamında tekke ve zaviyelerin
kapatılması, tarikatların yasaklanması da anlamlıdır (1925). Bunlarla cemaat yapısı kıırlmak,
yerine vatandaş eksenli ulus yaratılması hedeflenmiştir. Yine toplumsal yaşam içinde biçimsel
ya da simgesel görünüşlü bir takım yenilikler ulusa temelde bütünleştirici bir işlev
yüklenmişlerdir. Şapka kanunu, ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi daha sonra ezan ve
hutbelerin Türkçeleştirilmesi kararı bunun göstergesidir. Soyadı kanunu ile ağa, bey, paşa,
hafız, hoca vb. unvanların, dinsel ve feodal aidiyet simgelerinin silinmesi hedeflenmiştir.
Bunların yerine aile ve ulus bağları getirilmiştir.
Kültürel yaşam ulusal kimlik yaratmanın gözde alanı olmuştur. Alfabe, dil, eğitim ve öğretim
ve tarihyazıcılığı bu dönemde köklü değişiklikler geçirecektir. Ulus oluşturmanın önemli bir
manivelası standartlaşmayı amaçlayan kültür politikasıydı. Bunun en radikal örneği alfabe
değişikliğiydi (1928). Kolay ve dile uygun bir alfabe ulusal kültür politikaları için son derece
elverişli bir araç durumuna geldi. 1729-1928 arasında basılan kitap sayısının (30.000) alfabe
değişikliğini izleyen 16 yılda yakalanmış olması bunu göstermektedir. Kemalist önderlik dil
ve uluslaşma arasındaki bağa büyük önem vermiş 1930’lardan itibaren Arapça-Farsça etkisini
kırıp Türkçe köklerden ortak ulusal bir dil yaratmayı hedeflemiştir. Derleme ve sözcük üretme
çalışmaları bunun besin kaynağını oluşturmuştur. Alfabe ve dil devrimi çarpıcı bir başarı
kazandı. Okuryazarlık yükseldiği gibi ortak ve anlaşılabilir bir dil doğdu.
Eğitim ve öğretim alanındaki uygulamalara gelince, kültürel dönüşüme büyük önem veren
Cumhuriyet rejimi uluslaştırma politikalarında bu araçlardan alabildiğine yararlandı. Bütün
öğretim kanallarının birleştirilmesi (1924), din öğretimine giderek son verilmesi, bunun
kişilere ve aileye bırakılması, yabancı okullardan dinsel eğitim ve simgelerin kaldırılması
bunların ilk kısımlarının kapatılması gibi önlemler ulusal-laik eğitimle beslendi.
Tarih anlayışı alanındaki değişim, uluslaştırma çabalarının bir başka boyutudur. Geleneksel
tarih anlayışı ve öğretimi İslam ve Osmanlı eksenliydi. Yeni anlayış bunların yerine ulusun
tarihini geçirdi. Bu çizgide İslam öncesi tarihe ve eski Anadolu uygarlıklarına da ağırlık
verildi. Türklerin ve Anadoluluğun kökenleri derinleştirildi. O kadar ki bir ara Hititler ve
Sümerler bile Türkleştirildi. Tanör’ün de belirttiği gibi dil, tarih ve ulusçuluk anlayışları 7
konusunda kimi zaman bilim dışı ve hatta aşırılıklara savrulunduğunu kabul etmek gerekir.
Güneş Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezi bu bağlamda ilk akla gelen yönelimlerdir. Ancak
belirtmek gerekir ki kısa süre sonra terk edileceklerdir.
Uluslaştırma politikalarının bir diğer sancılı yönü ise milli birlik ve beraberlik ülküsünün
düşünsel ve sınıfsal farklılıkları bastırıcı yönü olmuştur. Bu otoriter zihniyetin sakıncaları
özellikle çok partili yaşamda daha somut olarak hissedilecektir. Düşünce ve örgütlenme
yasakları köklerini büyük çapta bu tarz otoriter milliyetçilikten almışlardır. 1947 tarihli İşçi ve
İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkında Kanun’un 5. maddesindeki şu ibare bunu
yeterince ortaya koyar: “Sendikalar milli teşekküllerdir. Milliyetçiliğe ve milli menfaatlere
aykırı hareket edemezler.”
Bu gibi ciddi handikaplarına karşın Türk uluslaşma ve ulus devlet modelinin genelde başarılı
olduğu kabul edilebilir. Bir kere ulus devlet sınırları, ana kuruluşlarıyla süreklilik
göstermiştir. Monark, monarşi ve din eksenli birlik ve kimlik anlayışlarının yerini, ulusçuluk
ve ulusal aidiyet duyguları büyük çapta doldurmuştur. Belirtilen sancılı süreçler ve yarattıkları
sorunlar saklı kalmak üzere denebilir ki, Türkiye’deki uluslaştırma süreci üç nokta açısından
özgün ve orijinal karakterdedir.
a) İlk dönem Avrupa modellerinden etkilenmiş olmakla birlikte onları aynen izlemeden
de alternatif uluslaşma modelleri kurulabileceğini kanıtlamış olması,
b) Uluslaşma sürecinde uzun zamana yayılan sosyo-ekonomik faktörlerin nispeten zayıf
olduğu bir ülkede, siyasal ve ideolojik dürtülerin ne kadar önemli olduğunu göstermiş
olması,
c) Uluslaşma yolunda tarihsel bir birikim yine de belli ölçülerde varolduğu bir ortada,
trajik bir olayın (işgal) ilerici seçkinler tarafından nasıl başarıyla kullanılıp (kurtuluş)
nicel birikimden nitel sıçramaya potansiyel halden gerçekliğe dönüştürülebileceğini
ortaya koymuş olması…
Ulusal Kültür Tartışmalarında İlgi Çekici Bir Başlık Ulusal Müzik
Ulus inşası süreci ulusal kültürün ve varolan mirasın da yeniden yorumlanmasını zorunluluk haline
getirmektedir. Edebiyat, müzik ve güzel sanatlar da bu süreçten doğal etkilenmektedir. Cumhuriyet 8
döneminde yaşanan modernizasyon süreci toplumsal ve kültürel alanda yeni yaşam kalıplarını
gündelik yaşama adapte etmeye çalışmıştır. Özellikle kültürel alanda görülen Batılı kalıplar toplumun
çehresindeki değişiminin göstergesi olarak addedilmesi bakımından ayrı bir öneme sahiptir. Toplumu
“çağdaş bir düzeye eriştirme” ve bunu yaparken de şekillendirme iddiası dönemin siyasi seçkinlerinin
kültüre bakışını biçimlendirmiştir. Cumhuriyet döneminin kültür politikaları arasında en yoğun vurgu
yapılanlardan birinin müzik olması dikkat çekicidir.  Mustafa Kemal daha 14 Ekim 1925’de İzmir Kız
Öğretmen okulunda yaptığı bir konuşma sırasında kendisine yöneltilen  “Hayatta  musiki lazım
mıdır?” sorusuna  “Hayatta musiki lazım değildir. Çünkü hayat musikidir. Musiki ile alakası olmayan
mahlukat insan değildir. Eğer mevzu-i bahis olan hayat insan hayatı ise musiki behemehal vardır.
Musikisiz hayat zaten mevcut olamaz.” şeklinde yanıt vermiş, bununla birlikte musikinin niteliğinin
tartışma konusu olduğunu belirtmişti.
Cumhuriyet dönemine gelindiğinde müzik alanında uygulanan politikaların düşünsel altyapısı 19.
yüzyılın son çeyreği ve 20. yüzyıl başlarında yaşanan tartışmalara dayanıyordu. Bu tartışmalarda öne
çıkan en temel tez Geleneksel Türk Müziğinin gayrı milli olduğu ve Batı tekniğine dayalı ancak ulusal
form ve duygulardan hareket ederek yaratılan yeni bir müziğe ihtiyaç duyulduğuydu. Bu konudaki
görüşleriyle öne çıkan en etkili isim hiç şüphesiz 1924 yılında ölmesine rağmen düşünsel etkileri
sonraki dönemde de siyasi elit üzerinde kendisini gösterecek olan Ziya Gökalp’tir. Gökalp,
Türkçülüğü Esasları adlı eserinde kültür ve uygarlık kavramlarını birbirlerinden ayırmaktadır. Ona
göre kültür bir ulusun “dini, ahlaki, hukuki, muakalevi, bedii, lisani, iktisadi ve fenni” yaşamlarının
uyumlu bir bileşeni, uygarlık ise aynı  “mamure”ye dahil birçok ulusların toplumsal yaşamlarının
toplamıdır. Örneğin bütün Avrupalı milletlerarasında ortak bir Batı uygarlığı vardır. Bu uygarlığın
içinde birbirinden ayrı ve bağımsız olmak üzere bir İngiliz kültürü, bir Fransız kültürü vardır. Kültür
ulusal, uygarlık ise uluslararasıdır. Buradan hareketle memleketimizde bir arada yaşayan iki müziğin
olduğunu söyleyen Gökalp’e göre, bunlardan birisi halk arasından doğan  “kaidesiz, usulsüz, fensiz
melodilerden oluşan Türk müziği, diğeri ise Farabi’nin Bizans’tan tercüme ve iktibas ettiği Osmanlı
müziğidir. Bunlardan birincisi kültürümüzün ikincisi ise uygarlığımızın müziğidir.” Klasik Türk
Müziğini Osmanlı İttihadı Anasır Müziği olarak adlandıran Ziya Gökalp, söz konusun sentezin ‘gayr-i
milli’ bulur ve ulusal müziğin yaratılmasıyla ilgili şunları söyler:  “Halk musikisi harsımızın, garp
musikisi de yeni  medeniyetimizin müzikleri olduğu için her ikisi de bize yabancı değildir. O halde,
milli musikimiz memleketimizde halk musikisiyle garp musikisinin imtizacından doğacaktır. Halk
musikimiz bize birçok melodiler vermiştir. Bunları toplar ve garp musikisi usulüne armonize edersek,
hem milli hem de  Avrupai bir musikiye malik oluruz.”
Cumhuriyetin siyasi seçkinleri içinde müzikte değişimden yana olmak devrimi anlamlandırmakla eş
anlamlı kabul edilmektedir. Mustafa Kemal’in Emil Ludwig ile yaptığı bir konuşmada yer alan
Montesqueu’nun ‘Bir Milletin musikideki meyline ehemmiyet verilmezse, o milleti ilerletmek
mümkün olmaz’ sözünü okudum, tasdik ederim. Bunun için musikiye pek çok itina göstermekte 9
olduğumu görüyorsunuz.” şeklindeki ifadeler söz konusu yaklaşımı ortaya koymaktadır. Aynı
konuşmada Türk müziğinden Bizans müziği olarak söz edilmesi ve Batı müziğinin benimsenmesi
konusundaki hassasiyetin ortaya konması Mustafa Kemal’in Ziya Gökalp’ten etkilenmiş olduğunu
göstermektedir.
Türkiye’de cumhuriyetin ilanıyla birlikte kültür alanında özellikle müzik alanında da ilk adımlar
atılmaya başlandı. 1923 yılında Musiki Encümeni lağvedilerek, vilayete bağlanan Darülelhan’a “Garp
Musıkisi Şubesi” açıldı. Burada asıl beklenti gelecekte açılacak olan konservatuarlara temel olacak bir
kültür kurumunu hazırlanmasıydı. Darülelhan 14 Eylül 1923 Cuma günü, İstanbul Valisi Haydar
Bey’in desteği üzerine Musa Süreyya Bey’in yönetiminde yapısında bir takım değişikliklerle yeniden
yapılandı. Müzikte kurumsallaşmayla ilgili bir diğer girişimse saraya bağlı Makam-ı Hilafet
Muzıkası’nın Ankara’ya alınarak Riyaseticumhur Filarmonik Orkestrası haline dönüştürülmesidir.
1926 yılı hükümetinin müzik politikası daha belirgin bir hal almıştır. 9 Aralık 1926 tarihinde Maarif
Vekili Mustafa Necati Bey’in girişimiyle kurulan Sanayi-i Nefise Encümeninin çalışmaları sonucunda
Darülelhan’daki Türk müziği eğitimine son verilir. Bununla birlikte klasik Türk müziği uzmanlarından
oluşan icra heyetiyle tasnif heyeti bırakılır. Dönemin basınında konu geniş yer bulur. Rauf Yekta Bey
gazetelerde yer alan “Türk musikisi ilga edilemez” başlıklı haberler karşısında “Başka memleketlerde
olsa bu sözden vehleten kimse bir şey anlamaz. Öyle ya! Bir milletin musikisi resmi bir encümenin
kararıyla nasıl ilga olunabilir” demek suretiyle duygularını ifade eder. Yeni bir yönetmelikle İstanbul
Belediyesi’ne bağlanan Darülelhan’ın adı değiştirilerek İstanbul Belediye Konservatuvarı yapılır.
Cumhuriyet hükümeti siyasal olarak tercihini Batıdan yana koyarken, müzik alanında da tam olarak
Batılı bir model arayışına girmişti. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, konuyla ilgili görüşlerini 1928
yılında Sarayburnu’nda yaptığı bir konuşmayla halka açıklamıştı;  “Artık bu şark musıkisi, bu basit
musıki, Türkün çok münkesif ruh ve hissiyatını tatmine kafi gelmez” sözü yeni yönelişin ifadesi olarak
algılanmıştı. Konuşmanın yankıları kısa sürede görülecekti.  
1930 ve hemen sonraki yıllarda CHP’nin arayışı içinde bulunduğu şey, ülkede disiplini sağlayacak,
devrim ilkelerinden sapmayacak ve bunları topluma aşılayabilecek sağlam bir siyasal örgütleniş
biçimiydi. Söz konusu arayışlar sonucunda 1930’larda iyice belirginleşmeye başlayan parti-devlet
özdeşliği ülkedeki tüm siyasal yapılanmasının tek bir partinin denetiminde gerçekleşmesine  neden
olmuştur. Tek parti yönetimi kurumsallaşma çabalarına bağlı olarak kültür konusuna daha yoğun ilgi
göstermeye başlamıştır. Dil ve Tarih alanında atılan kurumsallaşma adımları, üniversite reformu,
Halkevleri’nin kurulması aynı sürece rastlarken kültür ve eğitim konusu hükümetin eğildiği öncelikli
konular arasına girmiştir.10
TBMM’nin 1 Kasım 1934 günkü açılış oturumunda konuşan Mustafa Kemal’in konuşmasında Türk
müziği ve geleceğine ilişkin söyledikleri 1930’ların ikinci yarısında yoğunlaşan ‘musiki inkılabına’
dair tartışmalarda siyasi iktidarın beklentilerini ortaya koymada belirleyici oldu. Cumhurbaşkanı güzel
sanatlar alanında özellikle Türk müziği alanında köklü değişimlere gerek olduğunu belirtiyor  Bir
ulusun yeni değişikliğinde ölçünün musikide değişikliği alabilmesi ve kavrayabilmesi olduğuna dikkat
çekiyordu.  Mustafa Kemal’e göre    “Bugün dinletilmeye çalışılan musiki yüz ağartacak değerde
olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişleri
toplamak, onları genel son musiki kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak bu düzeyde Türk ulusal
müziği yükselebilir, evrensel musiki içinde yerini alabilir.”
Aslında temel yaklaşım olarak Joseph Marx’la çelişmeyen bu konuşma ilk etkisini hemen ertesi gün
gösterdi. 2 Kasım tarihli Vakit Gazetesi’nde “Alaturka musikiye paydos!” başlıklı yazıda “Büyük şefin
nutuklarındaki işaret üzerine, Dahiliye Vekili’nin emriyle bu akşamdan itibaren Ankara ve İstanbul
radyolarında, alaturka neşriyata son verildiği” açıklanıyordu. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Bey’in
emriyle uygulanan karar, gerçekte uzun yıllardan beri devam eden bir yaklaşımın sonucuydu. 1930’lu
yılların başlarından itibaren radyodan yapılan müzik yayınları eleştirilere neden olmaktaydı. Radyo,
“hars ve müzik terbiyesini” yozlaştırmakla, radyo yöneticileri “gayr-ı mesul kuvvet vaziyetinde halkın
kafasında hükümran olmak istemekle” suçlanırken, devletin radyoyu daha yakından denetlemesi
gereği sıklıkla dile getiriliyordu.  Yeni Adam’da yayımlanan bir yazısında İsmail Hakkı Baltacıoğlu
“İstanbul Radyosu için model Kahire değil, radyolarını kültürleştiren Avrupa milletlerindedir”
demekteydi. Tüm bunların üzerine bizzat cumhurbaşkanının mecliste yaptığı konuşmanın da bu
şekilde yorumlanması 2 Kasım 1934’ten başlayarak, 6 Eylül 1936 tarihine kadar radyodan Türk
müziği yayınlarının kaldırılmasına yol açmıştır.
4 Temmuz 1934 sayılı Resmi Gazetede yer alan düzenlemeyle Musiki Muallim Mektebi ilk mektep
tahsili üzerine kurulmuş altı senelik yatılı ve parasız bir eğitim kurumu olarak tasarlanmıştı. Burada
umumi orta tahsille birlikte nazari ve ameli müzik eğitimi verilerek, öğrencilerinden her birinin bir
sazı çalacak ehliyette yetiştirilmesi sağlanacaktı. Okula, kız ve erkek ilk mektep mezunları yarışma ve
musikiden bir sınavla, orta derecedeki mektepler öğrencilerinden müzik bilenler yine sınavla kabul
edileceklerdi.
Hükümetin, müzik politikalarını yönlendirme işlevini, kültür politikasının temel sorunlarından biri
haline getirdiğinin önemli göstergelerinden biri de 1935’te CHP Genel İdare Kurulu tarafından ana
hatları çizilerek Genel Başkanlık Divanı’nda onaylanan Parti Programı Taslağı’nın iki maddesinin,
doğrudan müzik alanında yapılacak değişikliklerle ilgili olmasıydı. Programın 43. maddesinde, “güzel
sanatlara, bilhassa musikiye inkilabımızın yüksek tecellisiyle mütenasip bir surette ehemmiyet 11
vereceğiz” denilmekte, 51. maddede ise “milli opera ve tiyatro mühim işlerimiz arasındadır” ifadesi
yer almaktaydı.
Konservatuarın kurulması çalışmaları 1935 yılında yoğunlaştı. Ünlü müzik adamı  Hindemith 1936
yılının mart ve mayıs aylarındaki Türkiye ziyareti sırasında  ‘Türk Musiki Hayatını Kurtarmak İçin
Teklifler’ başlıklı bir rapor sundu. Türkiye’de yaşayan müziği kentsel müzik ve halk müziği diye ikiye
ayıran, şehir müziğini yabancı kökenli ve gelişmeye elverişli bulmayan Hindemith, Avrupa’nın form
ve armoni esaslarını Türk halk müziği melodisi ve ritminin en sade unsurlarıyla bezeyerek yapılacak
kompozisyonları çözüm olarak göstermişti. Hindemith’in hazırladığı 20 Nisan 1936 tarihli
yönetmeliğe göre, konservatuar; bağımsız müzik okulu, öğretmen semineri (Musiki Muallim Mektebi)
ve tiyatro mektebi olmak üzere üç bölümden oluşuyordu.
Ulus devletin oluşumu ve vatandaşın yaratılması sürecinde karşılaşılan en önemli sorun,  halka
ideolojik yüklemeyi yapacak eğitim kurumlarının kurulmasıydı. Tevhid-i Tedrisat Yasası ile  tüm
eğitim kurumları birleştirilmişti; ancak, örgün eğitimin yanında halkın gündelik yaşamın çeşitli
aşamalarında yararlanabileceği türden yapılanmalara yeterince yer verilememişti. 1911’den beri
çalışmalarını sürdüren ve amacını “Türkler’in kültürel birliğine ve uygarlıkta yücelmesine çalışmak”
olarak belirleyen Türk Ocakları ise 1930’lara gelindiğinde hükümetin politikasını ve önceliklerini esas
almaktan uzak bir görüntü sergilemekteydi. Gerçi 1926 tarihli Türk Ocakları Mesai Programı’nın
müzikle ilgili bölümünde dile getirilenler dönemin ruhuna uygundu. Burada toplumsal anlamadaki en
önemli zaferlerden biri olduğu belirtilen musikide noksanlıkların olduğuna dikkat çekiliyordu. Türk
ocaklarının tedarik edecekleri musikinin Avrupa musikisi olduğu belirtiliyor, hakiki Türk musikisinin
mazide değil istikbalde olduğuna işaret ediliyordu. Bununla birlikte Türk Ocakları programında yer
alan başlıkları tam anlamıyla hayata geçirmeyi başaramadı.
30’ların ilk yarısına damgasını vuran ekonomik sarsıntı ve uluslararası siyasetteki gerilim ortamı,
rejimi temellerini sağlamlaştırma konusunda daha ihtiyatlı yapmaktaydı. Bazı ocakların alfabe ve
kılık-kıyafetteki değişikliğe karşı olmaları, ayrıca kurumun Serbest Fırka yanlıları için barınak vazifesi
gördüğü iddiaları son olarak 1930 yılı boyunca yer yer baş gösteren dini ayaklanmalara karşı pasif
tutumları, CHP içinde bu kurumlara karşı muhalif seslerin yükselmesine neden oldu. Bunun üzerine
10 Nisan 1931’de olağanüstü olarak toplanan kurultay 257 şubesi bulunan Türk Ocaklarının
kapatılmasına, sahip olduğu tüm hakların CHP’ye devredilmesine karar verdi. 1932 Şubatında
Ankara’da açılan Halkevleri yeni dönemin beklentilerini yerine getirmek misyonunu üstlenecekti.
Halkevleri’nin birinci kuruluş yıldönümünde Halk Partisi Kültür Şubesi Şefi Necip Ali Bey’in
konuşmasında bu hedef bir kez daha vurgulanmıştı. Burada  yeni musiki tekniği içine milli namelerin
gireceği ve beynelmilel musiki hayatında Türk musikisinin tıpkı Rus musikisi, Macar musikisi gibi
şahsiyeti olacağına işaret ediliyordu.12
Halkevleri’nin müzik politikasına dair önemli girişimleri arasında  halk ezgilerini derleyip bir araya
getirme çabaları önemli yer tutmuştur. Özellikle Ankara Halkevi bununla ilgili önemli adımlar
atmıştır. Bu amaçla Macar asıllı besteci ve müzikolog Bela Bartok Türkiye’ye davet edilmiştir. Bartok
Mayıs 1936’da Ankara Halkevi’nden “genel olarak halk musikisini inceleme yöntemleri, özel olarak
da okulun başlıca bölümleri” hakkında konferanslar vermek üzere resmi bir davet aldı. Fakat bu
konferanslar bestecinin yoğun programı nedeniyle aynı yılın kasım ayında gerçekleşebilmişti. 1939
Kasımının 6, 9 ve 10’unda  gerçekleşen 3 konferansta Türk ve Macar halk müziği üzerine inceleme
sonuçlarını paylaştı.  Bunun yanısıra Ankara ve Adana yöresinde Ahmet Adnan, Ulvi Cemal ve Necil
Kazım gibi genç bestecilerden oluşan bir ekiple saha araştırması yaptı.
1930’ların kültür politikasında çokseslilik ve ulusal müzik tartışmalarında ağırlık kazanan bir başka
konu ulusal operadır. 1923’te cumhuriyet ilan edildiğinde operaya olan ilgi İstanbul ve İzmir’deki
Levanten çevrelerle sınırlıydı. İstanbul azınlıkları arasında özel bir opera kulübünün kurulup, şan
çalışmış gençlerin konserler verdiği ve opera plakları dinletilerinin yapıldığı bilinmektedir. Henüz
1928 yılında Ankara’da yayımlanmaya başlayan  Tiyatro ve Musiki adlı dergide başkentte bir milli
tiyatro binasının yapılacağı haberinin yer alması konuyla devletin ilk yıllardan itibaren ilgilendiğine
işaret etmektedir. 1930’dan itibaren Türk Yurdu gibi dergilerde yayımlanmaya başlanan makalelerde
opera konusu ele alınıyor ve “musiki sahasında yürüyeceği istikameti henüz yeni çizmeye başlayan
memleketimizde senfonik konserler milli sanatı memlekete kazandırmak şerefini operaya terk
etmelidir” şeklinde yorumlara yer veriliyordu.
Ulusal Opera konusundaki girişimlerde 1934 önemli bir yıl olmuştur. Ahmet Adnan Saygun’un ve
Necil Kazım Akses’in bestelemiş oldukları üç ulusal opera, Halkevi salonlarında oynanmıştır. Olayın
diğer önemli bir yönü bu operaların bizzat Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in teşvikiyle bestelenmiş
olmalarıydı. Operalardan ilki Adnan Saygun tarafından İran Şehinşahı Rıza Şah Pehlevi’nin
Türkiye’yi ziyareti şerefine bestelenmiş olan  Özsoy Operası’ydı. 19 Haziran 1934 akşamı Ankara
Halkevi’nde temsil edilen operanın konusu Mustafa Kemal tarafından belirlenmiş ve librettosu
üzerinde düzeltmeler yapılmıştı. Metnini Münir Hayri Egeli’nin yazdığı eserin konusu mitolojiden
alınmıştı. Librettoda, devrin ruhunu yansıtan temalar tarihsel sürece göndermeler yapılmaktaydı. 1934
yılında  Özsoy’dan sonra temsil edilen diğer operalar Saygun’un bir perdelik  Taşbebek Operası ve
Akses’in bestelediği Bayönder Operasıydı. Mustafa Kemal’in Ankara’ya gelişinin 15. yıldönümünde
sergilenen Taşbebek operasının librettosu Özsoy’da olduğu gibi Münir Hayri Egeli tarafından yazılmış,
gerekli görülen yerlerde Atatürk tarafından düzeltmeler yapılmıştı. Akses’in Bayönder’i ise 28 Aralık
1934 gecesi temsil edilmişti.
  13
Kemalist projenin “bütüncül yaklaşımı çerçevesinde siyasal reformların yanında kapsamlı toplumsal
reformlar yapılmıştır. Osmanlı örneğinde taşıdığı anlamın ötesinde Batılılaşma belli kurum ve
teknolojilerin uyarlanması olarak değil, Batılı bir dünya görüşünün topluma kazandırılması biçiminde
değerlendirilmiş, 1940’lara kadarki dönemde Batılılaşma Batılılaştırma biçimini almıştır. Kılık
kıyafetten, gündelik yaşamın diğer alanlarındaki davranış kalıplarına kadar bir çok öğe Batıdaki
karşılığına uygun biçimde düzenlenmiştir. Siyasi elit kültür konusunda da belirleyici niteliğini
korumuştur. Hiç şüphesiz cumhuriyetin ilk yıllarında izlenen kültür politikası içinde müziğin özel bir
yeri olmuştur. Ulus devletin kuruluş sürecinde ulus kimliğinin inşa edilişine bağlı olarak dil, tarih ve
güzel sanatlarda yeni dönemin ruhuna uygun uyarlamalar kaçınılmaz biçimde gündeme gelmiştir. Rus
ve Macar Beşlerinden esinlenerek Türk Beşlerinin ortaya çıkması benzeri süreçlerde yaşanan
paralelliklere işaret etmektedir. ‘Ulusal Musiki’, ‘musiki inkılabı’ söylemleri 1930’lardan itibaren
siyasetin gündemini işgal etmeye başlarken yeni bir tartışma ortamını doğurmuştur. Siyasi seçkinler
için müzikte yenilik ‘Şark Medeniyeti’nden ‘Garp Medeniyeti’ne geçişin simgesel bir işaretidir. Falih
Rıfkı Atay’ın musiki inkılabı tartışmalarının gündemde olduğu bir dönemde “Bir Garpçı ve Türkçü
için” müzik meselesinin halledilmemiş olamayacağını, müzikte yönün “Şark milletlerarasından Garp
milletlerarasına doğru” olduğunu yazması döneme hakim olan psikolojinin yansımasıdır. Nitekim
1920’lerde ivme kazanmaya başlayan alaturka-alafranga kavgası 1930’lara gelindiğinde ikincisi lehine
çözülmüşe benziyordu. Musiki Muallim Mektebi müdürü Zeki Üngör’ün “alaturka mefhumunun
siyasi bir rejim halinde rol oynadığı devir devlet merkezimizde kapanmıştır” ifadesi kimlik sorunu
biçiminde anlaşılan müzik sorununa yaklaşımı göstermekteydi.
Osmanlı modernleşmesinden farklı olarak cumhuriyet modernleşmesi müzikte kurumsal
düzenlemeleri de  dikkate almıştır. Hiç şüphesiz savaştan yeni çıkmış ekonomik ve toplumsal
sarsıntıların sarılmaya çalışıldığı bir ülkede konservatuarların, tiyatro ve opera gibi sanat kurumlarının
kurulması konuya gösterilen önemin sonucuydu. Bununla birlikte konuya dair yapılan bir araştırmanın
da ortaya koyduğu üzere Kemalist iktidarın ‘kimlik’ ve ‘aidiyet’ oluşturma sürecinde müziğe özel bir
anlam yükleyerek, bir ‘inkılabın’ konusu haline getirmesinin ardından çok uluslu bir imparatorluğa
geçiş sürecinde ona ‘milli’ ve  ‘türdeş’, aynı zamanda da ‘medeni’ bir tını verecek bir arayış söz
konusuydu. Bu arayış her yeni dönemde yeni ideolojik argümanlarla beslenerek biçimlenecek
böylelikle kültür alanında, özellikle müzik üzerine halk ve aydınlar arasında yaşanan tartışmalara ivme
kazandıracaktır.
Kaynak: *- “Modernization Efforts and Music Reforms in Turkey (1923-1946), Ayşegül Komsuoğlu
ile birlikte,  Acta Asiatica, Varsoviensia, Polish Academy of Sciences, Askon Publishers, Warsaw
2005, cilt 18, s. 19-30.14
Sonuç:
Türkiye’deki uluslaştırma süreci üç nokta açısından özgün ve orijinal karakterdedir. İlk
dönem Avrupa modellerinden etkilenmiş olmakla birlikte onları aynen izlemeden de alternatif
uluslaşma modelleri kurulabileceğini kanıtlamış olması. Uluslaşma sürecinde uzun zamana
yayılan sosyo-ekonomik faktörlerin nispeten zayıf olduğu bir ülkede, siyasal ve ideolojik
dürtülerin ne kadar önemli olduğunu göstermiş olması. Uluslaşma yolunda tarihsel bir birikim
yine de belli ölçülerde varolduğu bir ortada, trajik bir olayın (işgal) ilerici seçkinler tarafından
nasıl başarıyla kullanılıp (kurtuluş) nicel birikimden nitel sıçramaya potansiyel halden
gerçekliğe dönüştürülebileceğini ortaya koymuş olması.