16 Mayıs 2012 Çarşamba
1
13. HAFTA: KEMALİST REJİMİN NİTELİĞİ
Özet
Kemalist rejim bugün farklı siyasal yaklaşımlar ve ideolojik tavırlar tarafından
yorumlanmaktadır. Kimi yaklaşımlar rejimi demokratik olarak değerlendirirken bazıları
totaliterizme varan değerlendirmelere yer vermektedir. Demokratik olduğu savını savunanlar
için Millet egemenliği, meclis üstünlüğü, saltanat ve hilafetin kaldırılması, cumhuriyetin ilanı
gibi adımları bunun kanıtı olarak göstermektedirler. Bir devletin ve rejimin kimliğini
belirlemede söylemlerden çok eylemlere bakmak daha doğru olduğundan erken cumhuriyetin
siyasal gelişmeleri ve siyasi tavrın incelenmesi gerekmektedir. Bu derste Kemalist rejimin
Türkiye modernleşmesi içindeki yeri ve konumu tartışılacaktır.
13. HAFTA: KEMALİST REJİMİN NİTELİĞİ
Kemalist rejimin demokrasi olup olmadığı ya da demokrasiyle olan ilişkisi akademik alanda
oldukça yoğun bir tartışmanın konusudur. Burada 1920’lerin ikinci yarısı ve 1930’lardaki
siyasal rejimin niteliğini anlayabilmek için öncelikle demokrasi kavramını hatırlamak yerinde
olacaktır.
Demokrasi, halkın yönetime etkin katılımı, farklı düşüncelerin özgürce ifadesi, örgütlenmesi
ve temsili, düşünce özgürlüğü, çoğunluğun yönetimi ve azınlığın haklarının korunması, temel
hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması ve hukukun üstünlüğü şeklinde özetlenebilecek
bir dizi ilkenin çerçevesini oluşturmaktadır.
Halk dediğimiz zaman, birbirine eşit bireylerden meydana gelen bir topluluğu kastediyoruz.
Demokrasinin en temel dayanaklarından biri, eşitlik ilkesidir. Bunun anlamı, siyasi iktidarın
belirlenmesinde herkesin eşit paya sahip olmasıdır. İktidar üzerinde herkesin eşit hissesi
olacaktır. Peki o zaman, bu herkes kimdir? Kısacası demokrasinin “demos”u kimlerden
oluşmaktadır; yani halk kimdir?2
İlk akla gelen ülke nüfusunun tamamıdır. Pratikteyse sistem nüfusun tamamına bazı
kısıtlamalar getirmektedir. Demokrasinin tarihi bu sınırlamalarla doludur. Mesela Eski
Yunan’da kadınlar, köleler ve yabancılar (meteikos) yurttaş olarak kabul edilmiyordu.
Kadınlar, zenciler vs… Bugünde bir ülkede ne kadar uzun süre yaşarsa yaşasın yabancılara oy
hakkı tanınmıyor. Bugün halk olarak kabul edilen, bütün yetişkin vatandaşlardır.
Demokrasinin bir çok tanımı “halk tarafından yönetilmek” ilkesine dayanır. Bu ilke halkın
kendi kaderine hükmetmesini, kendisi hakkındaki kararları kendisinin vermesini ifade
etmektedir. Halkı kendini nasıl yönetecektir? Söz konusu olan milyonlarca insan olduğuna
göre, bu durum fiilen imkansızdır. Şayet imkan varsa, doğrudan demokrasiden söz edebiliriz;
İsviçre’nin bazı kantonlarında halen uygulandığı gibi. Ancak doğrudan demokrasi teknik bir
takım zorlukları bakımından uygulanması hayli zor bir yöntemdir.
Bunun yerine, temsil kurumu işletilmektedir. Temsilde amaç, halkın iradesini yönetimde
belirleyici güç olarak muhafaza edebilmektir. Düzenli olarak yapılan seçimlerle, kendimizi
yönetme hakkını, birilerine vekaletle devrediyoruz. Bu durumda da demokrasiye temsili
demokrasi adını veriyoruz.
Demokrasiyle ilgili sürdürülen tartışmaların temelini, bizim zaman zaman yaşadığımız
sıkıntıların kaynağını da bu temsil kurumu oluşturuyor. Temel sorun, temsilcilerin temsil
yeteneğinde düğümleniyor. Devreye profesyonel bir politikacı sınıfı giriyor. Bu sınıf bizim
verdiğimiz vekaletin sınırları dışına çıkıyor, kendi çıkarlarının peşinden koşuyor. Seçim
aralıkları uzun olduğu için onları denetleyemiyor veya cezalandıramıyoruz. Diğer yandan,
verdikleri kararlar, yürüttükleri politikalar bizim arzu ve isteklerimizi yansıtmıyor. Onları
değiştirmek için en az dört yıl bekliyoruz.
Seçimler dışında da siyasi alana isteklerimizi, taleplerimizi taşıyabilmek, kararları denetlemek
ve etkilemek, kısaca halkın ağırlığını hissettirebilmek için yollar aramaya başlıyoruz. Siyasete
seçim dışında da katılım kanalları açıyor ve bunu demokrasiyi işletecek bir yöntem olarak
kurumlaştırıyoruz. Elimize katılımcı demokrasi dediğimiz güçlü bir araç geçiyor.
Demokrasiyi diğer yönetim biçimleri karşısında üstün kılan nitelikler şöyle sıralanabilir:
Bireylerin kendi kaderini tayin edebilmesi3
Demokrasi, bireylerin kendi kaderini tayin edebilmesini sağlar. Demokratik yönetimin
kurallarını yurttaşlar koymaktadır. Ya da en azından bu kurallara rızalarını beyan
etmekte ve bunları onaylamaktadır. Bir kimse kendi koyduğu veya onayladığı kurala,
kimsenin zorlaması olmadan, gönüllü olarak uyar.
Bireylerin kendi amaçlarını kendilerinin belirlemesi ve hayatlarını bu doğrultuda
yaşaması, özel yaşamın dışarıdan gelen müdahalelere karşı korunmasına bağlıdır.
Bunu sağlayan da demokrasinin garanti altına aldığı özgürlüklerdir.
Öbür taraftan bireylerin toplumla paylaştıkları ortak alanları vardır. Demokrasi ortak
alanda alınan kararlara bireyin katılmasını sağlayarak, kendi kaderini tayin hakkının
siyasal alandaki uzantısına imkan vermektedir.
Farklı hayat tarzlarının meşruluğu
Barışçı ve medeni bir toplum, farklılıklara rağmen bir arada, barış içinde yaşama
becerisini gösteren toplumdur. Barış içinde bir arada yaşamanın en önemli aracı
demokrasidir.
Bireyin ve bireysel özgürlüklerin değeri
Demokrasi bireyi ve bireysel özgürlükleri koruyan ve geliştiren bir sistemdir.
Demokrasi bu haliyle özgürlüğün sağlam bir aracı olmaktadır.
Bu özgürlükler, düşünce ve ifade, örgütlenme, adil ve serbest seçimler vs.’dir.
İnsanın gelişmesi
J.S. Mill, demokrasinin, insanın bazı erdemlerini geliştirdiğini söylemektedir. Ona
göre demokrasi siyasal hayata aktif olarak katılma hakkını herkese sağlamak yoluyla
yurttaşların bağımsızlık, kendine güven duyma ve kamusal ruha sahip olma
özelliklerini diğer rejimlerden daha fazla geliştirmektedir. Katılımcı demokrasiyi
savunanlar; katılma yoluyla bireylerin potansiyellerinin geliştiği üzerinde önemle
durmaktadırlar.
Adaletin sağlanması
Adaleti en iyi sağlayacak sistem demokrasidir. Demokrasilerde adaletsizlik ihtimali
daha azdır. Çünkü demokrasi adaletsizliğe uğrayan kesimlere seslerini çıkartma ve
haklarını arama hakkı verir.
Çatışmaların çözümü
Demokrasi muhalefeti meşru hale getirmekte ve çıkar çatışmalarını normal kabul
ederek bunların çözümü için adil yöntemler geliştirmektedir. Demokrasilerde dayatılan
çözümlerin yerini, kabul edilen çözümler almaktadır. 4
Neden Demokrasi?
Demokrasi yavaş ve pahalı işler. [İngiliz parlamentosunun Thames nehri üzerine yapılacak bir
köprüye ilişkin tartışmaları yürüttüğü süre içinde Hitler, Almanya’nın tamamını otobanla
döşemiştir.]
Ama buna rağmen demokrasi denmektedir.
Rıza
Demokraside yönetenler bir eylemde bulundukları zaman, bu eylemi yapacak gücü halkın
rızasına dayandırmaktadırlar. Demokratik yönetime ahlaki üstünlüğü veren şey, işte bu
rızadır. Halk yönetenlerin kararlarına, çıkardığı yasalara uymak durumundadır. Çünkü bu
kararları çıkaranlar, bu yasaları yapanlar onun rızasıyla iş görmektedir. Zorlanmadan, baskı
altına alınmadan, özgür iradesiyle yönetimi onaylayan bir vatandaş, aynı zamanda peşinen
onun kararlarını onaylamış olur.
Yönetimin Sona Ermesi
Öte yandan demokraside, diğer yönetimlerde bulunmayan bir üstünlük vardır. Demokrasilerde
yönetenler zora ve şiddete başvurulmadan değiştirilir. Demokrasilerde iş başına gelenler,
geldikleri yöntemle, işbaşından ayrılırlar.
Azınlık Hakları
Azınlık haklarını garanti altına alma açısından, başka hiçbir yönetim demokrasi kadar
yetenekli değildir. Demokrasilerde çoğunluk görelidir. Bugün çoğunluk olan, yarın azınlık
olabilir.
Günümüzde özellikle SSCB’nin dağılmasından sonra demokrasi denince, liberal demokrasi
anlaşılmaktadır. Ancak hakim liberal demokrasi modeli dışında çeşitli demokrasi modelleri ve
teorileri de vardır. Demokrasi model ve teorileri şöyle sıralanabilir:
1. Klasik demokrasi
2. Korumacı demokrasi
3. Gelişmeci demokrasi
4. Halk demokrasisi5
5. Liberal demokrasi
Türkiye’de demokrasinin gelişimi sürecini şematik olarak şu şekilde kurgulamak
mümkündür:
İthal Unsurlar
Demokrasi üzerindeki yabancı vesayeti (ithal unsurlar)
Tanzimat Fermanı = Mısır valisi isyan etmiş, Osmanlı Avrupa devletlerinin sempatisini
kazanarak valisini yola getirme amacında.
Islahat Fermanı = Osmanlı’nın Rusya’ya karşı İngiltere, Fransa ve Sardunya’nın desteğini
sağlaması.
I. Meşrutiyet = 93 Harbi öncesi Rusya’ya karşı destek arayışı. Tersane Konferansı sürerken
ilan ediliyor…
Çok partili yaşama geçiş = SSCB karşısında NATO şemsiyesinin altına girmenin yollarını
arama…
Uyum paketleri = AB’ye girme…
Özgün Unsurlar
1837 Eyalet meclisleri…
I. Meşrutiyet’in sona ermesi: Parlamento üyeleri hükümeti ve nazırları bunaltmışlardır.
Kapatılma nedeni padişah değil, hükümettir. Hükümet meclis denetiminden rahatsız olduğu
için padişaha baskı yaparak meclisi kapattırmıştır.
I. Meclis: Bağımsızlık savaşı yürütülen tüm ülkelerde, sonuçlar gizli cephe ordularıyla
alınırken, Türk Kurtuluş Savaşı temsil esasına dayalı, demokratik yöntemlerle çalışan bir
meclis aracılığıyla yürütülmüştür. Bu anlamda benzersiz bir örneği temsil etmektedir.
Merkeziyetçi İktidar Geleneği
Batı tarihi parçalı iktidar yapısını içerir. Bizim tarihimiz gücü tek el ve merkezde toplayan bir
geleneğe sahiptir. Bu demokrasinin gelişmesi için olumsuz bir iklime işaret etmektedir.
Tanzimat bozulan merkeziyetçi yapıyı ihya etmeye dönük bir uygulamaydı. 6
Jeopolitik
Güvenliğin sağlanmasının ve dışarıdan gelecek tehlikelere karşı savunmanın zor olduğu
coğrafyalarda otokratik ve merkeziyetçi eğilimler güçlü olmaktadır.
İngiltere, Atina: Denizci toplumlar ve demokrasi ilerliyor.
Türkiye coğrafyasında güvenlik önemli ve namlu kolaylıkla yön değiştirebilir.
Hobbes’un teorisi bu anlamda önemli. Hobbes’un teorisi, cumhuriyetin de meşruluk temelini
açıklıyor.
Birey
Siyasetin aktörü olan birey: İçinde yer aldığı cemaatten özerk, bizatihi bir insan olarak bir
değere sahip birey.
Foucault bireyselliği şöyle tanımlar: Kişinin gözlemleme, düşünme ve çözümleme çabalarını
kendine doğru yönlendirmesiyle, kendine ilgi göstermesi ve kendini biçimlendirirken kendini
denetlemesi, açığa vurması ve ifade etmesi… Demokrasinin muhatabı işte bu bireydir.
Türkiye’nin önemli bir sorunu da birey kültürünün zayıflığıdır.
Sivil toplum ortaya çıkmamaktadır. Cemaat yapıları güçlüdür.
Ancak cemaat yapıları kırıldıktan sonra, birey bağımsızlığına kavuşacak, siyasetin aktörü
olacak ve demokrasi işlemeye başlayacaktır.
Ancak bu noktada devreye başka bir açmaz girmektedir.
Bu açmaz şudur:
Demokrasi, kentleşme ve sanayi toplumuna geçişle birlikte geleneksel toplum yapıları yeni
bir anlam ve güç kazanmaktadır. Dağılan aşiret yapılarının, siyasi patronaj amacıyla yeni bir
anlam kazanarak sürdürülmesi gibi...
Buna göre geleneksel aşiret bağları, kentleşme ve iç göç sonucunda çözülmekte ve sönmeye
yüz tutmaktadır.
Ancak demokrasinin seçim ve temsil kurumu, bu aşiret yapılarını sürdürecek yeni bir bağ
olarak devreye girmekte ve aşiret yapısı doğrudan demokrasinin sunduğu fırsatları elde etmek 7
için yeni bir işlev kazanmaktadır. Bu durum aynı zamanda bireyin bağımsızlaşmasını da
engellemektedir.
Hızlı sosyal değişmenin ve modernleşmenin yol açtığı belirsizlikten ve güvensizlikten endişe
eden insanlar, genellikle din eksenli yeni dayanışma ve dolayısıyla cemaat yapıları
geliştirmektedir. Modern kurumların karşılayamadığı gereksinimler, bu cemaat yapılarınca
karşılanmaktadır. Sosyal dayanışma, sosyal güvenlik ve yeni bir kimlik gibi...
Bu nedenle demokrasinin gelişmesinin, doğrudan bireyi geliştireceği tezi bu noktada tartışma
götürür olmaktadır.
Çare cemaat yapılarının karşıladığı gereksinimlerin, modern kurumlarca karşılanmasıdır.
Sosyal güvenlik yetersiz olursa, cemaat yapıları güç kazanır.
Buraya kadar ki teorik yaklaşımın ardından Türkiye’de erken cumhuriyetin rejimin niteliği
üzerinde durmak gerekmektedir.
Türk Devrimi’nin gelişim çizgisi incelendiğinde saltanatın kaldırılması, cumhuriyetin ilanı ve
hilafetin kaldırılması gibi siyasal devrimleri, hukuksal alandaki dönüşümlerin, uluslaştırma ve
laikleştirme siyasetinin izlediği görülmektedir. Tüm gelişim çizgisi özünde demokratik bir
yönelimi de içeriyordu. Prof. Bülent Tanör’ün de belirttiği gibi bu köklü dönüşümlerin amacı
ve içeriği demokratikleştirme olsa bile uygulanan yöntemler bu nitelikte olmamış olabilir.
Amaç ve yöntemlerin birbirine karıştırılarak incelenmesi yanılgılara yol açar. Amaca
bakılarak yöntemlerin de kestirmeden demokratik olduğu söylenemeyeceği gibi yöntemlere
takılarak Devrim’in kendisi hakkında basitleştirici ve indirgemeci yargılara sürüklenebilir.
Yine Tanör’ün dediği gibi Devrim’in kendisi kadar rejimi de bu noktada önem
kazanmaktadır.
Kemalist rejim bugün farklı siyasal yaklaşımlar ve ideolojik tavırlar tarafından
yorumlanmaktadır. Kimi yaklaşımlar rejimi demokratik olarak değerlendirirken bazıları
totaliterizme varan değerlendirmelere yer vermektedir. Demokratik olduğu savını savunanlar
için Millet egemenliği, meclis üstünlüğü, saltanat ve hilafetin kaldırılması, cumhuriyetin ilanı
gibi adımları bunun kanıtı olarak göstermektedirler. Bir devletin ve rejimin kimliğini
belirlemede söylemlerden çok eylemlere bakmak daha doğru olduğundan erken cumhuriyetin
siyasal gelişmeleri ve siyasi tavrın incelenmesi gerekmektedir. 8
1923’ten 1930’lara kadar olan gelişmeler incelendiğinde en önemli sorunun yeni rejimin
sağlamlaştırılması olduğu görülmektedir. 1924’teki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve
1930’daki yapay ve güdümlü bir demokrasi deneyi olan Serbest Fırka girişiminin ardından
ülkede tek partili rejim yerleşmiştir. 15 yıl sonrasında ancak muhalefet partilerinin kurulması
gündeme gelecektir. Şimdiden bu veriler demokratik bir rejime değil, otoriter rejimlere özgü
öğeler olarak değerlendirilebilir. Parti-Devlet kaynaşması 1935 sonrası gelişmelerin
sonucudur. 1936’da İçişleri Bakanı partinin (CHP) genel sekreteri, valiler de il başkanı
oldular. Bölge müfettişleri hem devlet organlarını hem de partinin taşra örgütlerini
denetliyorlardı.
Şeflik sistemi de otoriter bir düzenin göstergesidir. Ebedi Şef ya da Milli Şef (Atatürk ve
İsmet İnönü) rejimin gerçek otorite odağıdır. Devletin partinin ve büyük çapta da fiilen
yürütmenin başı olmaları onlara bu gücü kazandırmaktadır. Ayrıca her iki lider büyük tarihsel
ağırlığa sahiptir. Lider partiye ve TBMM’ye hakim olduğundan hükümet meclisten çok lidere
bağlı ve ona karşı sorumludur. Gerek Atatürk gerekse İnönü döneminde lidere güven
vermeyen bir başbakan ve bakanları kurulu düşünülemez. TBMM 1924 Anayasası’nın
etkisiyle anayasal ve siyasal yapının en üst organıdır ama bunu törpüleyen olgular vardır.
Seçimler serbest ve yarışmalı değildir, iki dereceli ve tek seçeneklidir. 1923’ten itibaren
milletvekili adayları lider ve parti merkezi tarafından seçilmektedir. Tek partili meclis 1925
sonrasında parti yönetiminin ve başkanının otoritesi altında çalışan disiplinli ve uyumlu bir
kuruldur.
Yargı organı da bağımsız ve güvenceli değildir. İstiklal Mahkemeleri ile sıkıyönetim
mahkemeleri bunun en dikkat çekici örnekleridir. İdari yargının yürütme ve idare üzerinde
etkili bir denetimi sözkonusu değildir. Anayasa yargısı zaten yoktur. Bu durumda yargının
ayrı ve denetleyici güç olması imkansızdır. Yargının esas işlevi rejimi ve devrimleri
korumaktır.
Hak ve özgürlükler alanına gelince burada da kısıtlamalar mevcuttur. Kişi özgürlüğü ve
güvenliği polis müdahalelerinden (Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu 1934), sıkıyönetim
uygulamalarından zarar görmüştür. İskan Kanunu ile getirilen zorunlu göç ve yerleştirmeler
de buna eklenmelidir (1934-35). Dinsel özgürlüklere de müdahaleler vardır (hac izni
verilmemesi, ezan dili, dinsel eğitim ve yayın hakları vs.). Düşünce suçlarında artış görülür. 9
1937’de 6 ilkenin anayasallaştırılmasından sonra devletin temel ilkelere aykırı propaganda
yasakları daha da genişletilmiştir. Basında sansür, otosansür ve kapatma tedbirleri etkilidir.
Sosyal sorun (emek-sermaye ilişkileri) alanındaki düzenlemelerde de sıkı bir disiplin ruhu
hakimdi. Toplumun sınıflardan değil meslek gruplarından oluştuğu ve bu gruplar arasında
çıkar birliğinin bulunduğu kabul ediliyordu. Bağımsız sınıf örgütlenmeleri (sendika ve parti)
yasaklanıyor, sınıf mücadelesi ralantiye alınıyordu. Anayasa Hukukçusu Bülent Tanör’ün de
belirttiği gibi tüm bu özellikler rejimin otoriter niteliğine işaret etmektedir. Ancak siyasal
açıdan totaliterizme kayışı engelleyen özel bir durum da söz konusudur.
Totaliter rejimler tekçi bir ideoloji ve iktidar yapısı içinde bir toplumun bütününün kişisel
alanlara da elkoyacak biçimde güdümlenmesi esasına dayanır. Bunun tipik örnekleri faşist,
nazi ve bazı sosyalist diktatörlüklerdir. Kemalist rejim, ideolojisi ve iktidar yapısı bakımından
toplumun ve bireyin yaşamına tümüyle el koyma durumunda mıdır?
Her şeyden önce ortada teorileştirilip kalıplanmış bir öğreti ya da ideoloji olduğu söylenemez.
Şüphesiz bir dünya görüşü ve felsefi değerler vardır. Ama bunlar da faşizm, nazizm ya da
Marksist-leninizmdeki gibi tek doğrucu değildir. Faşizm ve nazizmdeki gibi devlet
yüceltilmesi görülmez.
Kemalist rejimin ve radikal cumhuriyetçilerin dünya görüşü pragmatik, batılı ve aydınlanmacı
değerlerden örülüydü. Akılcılık ana pusula hedef çağdaşlaşmaydı. Rejimin otoriterliği idealize
edilmiyor aksine geçici bir zorunluluk olarak algılanıyordu. Bu açıdan da ebedi hakikate
erdiğini iddia eden totaliter rejimlerden ideolojik olarak çok farklı zeminde iş görülüyordu.
İktidar yapısı ve pratiği bakımından da totaliter rejimlerle kıyaslanmayacak veriler vardır.
Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür.
Rejim ve iktidar, millet egemenliği, seçimler, meclis üstünlüğü gibi esaslara dayanır. Irk, sınıf
ya da parti hegemonyası söz konusu değildir. Rejim bir credo (iman) ya da mistik
dayatmamaktadır.
Parti teorisi ve pratiği bakımından da durum ilginçtir. Sistem tek partilidir ama bu geçici bir
model olarak öngörülmektedir. Nitekim muhalefet partileri girişimler olumsuz da sonuçlansa 10
olacaktır. Tek parti içinde katı bir disiplin görülmez, parti bütün ülkeyi kucaklayan derin ve
yaygın bir örgüt değildir. Totaliter partilerden farklı olarak CHP’nin milisleri, hücreleri,
üyelerinin üniformaları, gösteri yürüyüşleri yoktur. Yurttaşlar partiye kolayca üye olabilir.
Kitlesel ihraç ve sürgünler olmamıştır. Yine parti içinde sınırlı da olsa çoğulculuk ve farklı
eğilimler vardır. Atatürk’ün 1936 yılında faşist parti modelinin benimsenmesi fikrini
reddetmiştir.
Önder ve Şef’in konumu da totaliter rejimlerdeki mevkidaşlarından faklıdır. Atatürk ve
İnönü’nün devlet başkanı olarak Duçe ve Führer’in sahip olduğu yürütme, yönetme, özel ve
genel af ilanı, yargıya müdahale yetkileri yoktur. Bu yetkiler bakanlar kurulu, meclis ve tam
bağımsız olmasalar bile mahkemeler arasında paylaştırılmıştır. Önder ve rejim yine totaliter
ülkelerinkinden farklı olarak büyük kalabalıklara dayalı histerik ve demagojik gösteriler
düzenlemez. Atatürk’ün yurt gezileri ve halka hitapları daha çok didaktik, halkın ilerlemeci
özelliklerini övücü ve gericiliği kınayıcı karakterdedir. Önder ve kitleler arasındaki ilişkiler,
dikta ve totaliter rejimlerdeki gibi korkuya ya da örgütlenmiş ve pompalanmış sevgiye değil,
gönüllü ve kendiliğinden bir sevecenliğe dayalıdır.
Askeri ve polisiye unsur da önplanda değildir. Rejim otoriter olmasına karşın militarist
karakter göstermez. Oysa 20. yüzyıl otoriter ve totaliter rejimlerinin önemli kısmı bu nitelikte
olmuştur. Rejimin baskıcılığı genel ve yaygın olmaktan çok etnik ve özellikle dinsel
hareketlenmeleri hedef almıştır. Baskı yöntemleri de terör değil politik gözdağı vermek
şeklindeydi.
Bütün bu veriler çoğulcu ve özgürlükçü bir demokrasi olmayan Kemalist rejimin otoriter
karakterli ama totaliter olmadığını göstermektedir. Rejim otoriter karakterine karşın iç
mantığında ve yapısında önemli demokratik öğeler de taşımaktaydı.
Demokratik öğeler nelerdir?
Bunların başında bağımsızlık gelir. Bu dönem Türkiye’sinde önce siyasal, sonra da ekonomik
bağımsızlık somut bir gerçeklikti. Bu da en azından ulusal özgürlük ve egemenlik yönünde bir
kazanımdır. Ulusal bağımsızlık ve özgürlük olmadan demokrasi de olmaz.11
Yönetici seçkinler sınıfsal konumları itibariyle ilginç örnekler taşımaktadır. Hukuki ve siyasi
açıdan demokratik bir yarışmanın kazananı değildiler ama sosyolojik açıdan eski yönetici
seçkinlere oranla daha demokratik bir kökenden geliyorlardı. Cumhuriyetin siyasal seçkinleri
Osmanlı yönetici tabakalarından farklı olarak monarşik, teokratik, aristokratik (ayan) vb.
ayrıcalık ve desteklere dayanmıyorlardı. Tersine bu dayanakları kendileri yıkmışlardı.
Felsefi temeli bakımından rejim aydınlanmacıdır. Özgürlükçü ve demokratik yönelimin arka
planında bu düşünsel tercih yatar. Atatürk devriminin felsefi temeli insanın kendi kaderine
hakim olacağı fikrine dayanmaktadır.
Birey ve sivil toplum oluşturma yolundaki kültür ve eğitim politikaları itibariyle de rejimin
tercihleri dikkat çekicidir. Milli eğitim kurumları, üniversiteler, silahlı kuvvetler, halkevleri ve
halkodaları, 1940’dan sonra Köy Enstitüleri, klasiklerin çevrilmesi, öğretimin birleştirilmesi
ve karma eğitim gibi unsurlar özgürlükçü ve hümanist değerler topluma yaymaktadır. Tek
partinin ders kitaplarında ve özellikle Medeni Bilgiler de demokrasi ve özgürlükler bahisleri
geniş yer tutmaktadır.
Demokratik ilke ve kurumlar bakımından da rejim hiç yoksul değildir. Temel ilke millet
egemenliğidir. Gerçi pratikte bu egemenliğin kime (millete) ait olduğunu belirtmekten çok,
kimin olmadığını göstermeye (saltanat-hilafet) yaramıştır. Millet siyasal olgunluğunu elde
edene kadar seçkinler ve TBMM toplumu aydınlatacak, ona yol gçsterecektir. Fakat bu
kadarıyla bile ilke devrimcidir, aynı zamanda da ileriki demokratikleşmenin önünü açıcıdır.
Eşhas devletinden halkın devletine geçiş başlamıştır.
Rejim ve tek partisi demokrasiyi ulaşılması gereken bir amaç sayıyorlardı. Tek parti sürekli
değil geçici bir modeldi. Çok partililiğe geçiş bu özelliklerin bir sonucuydu. Daha savaş
yıllarında çoğulculuğa kapı aralanmıştı. 1939’da müstakil grup kuruldu. 1943 seçimlerinde
fazla aday gösterilip seçmene yeni seçenekler sunuldu. 1945 ara seçimlerinde aday
gösterilmedi ve bağımsızlara şans tanındı. Demokrat Parti’nin kurulmasına CHP içinde
başladı (Dörtlü Takrir).
Görüldüğü gibi Kemalist rejim çoğulcu ve özgürlükçü bir demokrasi değildi. Ama sağ ya da
sol bir totalitarizmin de uzağındaydı. 20. yüzyılda örnekleri çok görülen dış destekli ya da 12
bağımsız askeri-bürokratik diktatörlüklere de benzemiyordu. Üstelik otoritarizmini tutucu
gerici ya da sosyalist değerler için değil, ilerlemeci ve batılı hedefler için kullanmaktaydı.
Bu durumda Kemalist rejimi daha iyi anlayabilmek için demokrasi ve otoritarizm zıt ikilisini
bir arada düşündürten formüllere ihtiyaç vardır. Bu kaynaştırma ulusal-burjuva demokratik
devrimlerinin doğuş dönemleri esas alınırsa daha iyi yapılabilir. Bu devrimlerin doğuş ve
yerleşme dönemlerinde otoriter hatta diktatoryal rejimler hep görülmüştür. İngiltere’de
Cromwell, Fransa’da Jakobenizm, ABD’de iç savaş ve güneyin gericiliğine karşı şiddet
uygulama dönemi gibi. Türk devrimi de esas olarak Amerikan ve Fransız Devrimlerinin ve
batılı değerlerin izleyicisiydi. Mustafa Kemal Atatürk’ün yaklaşımı da bu savı destekler
niteliktedir: “Türk demokrasisi Fransa ihtilalinin açtığı yolu takip etmiş, lakin kendine has
ayırt edici özellikleriyle gelişmiştir.”
Sonuç:
Kemalist rejim çoğulcu ve özgürlükçü bir demokrasi değildi. Ama sağ ya da sol bir
totalitarizmin de uzağındaydı. 20. yüzyılda örnekleri çok görülen dış destekli ya da bağımsız
askeri-bürokratik diktatörlüklere de benzemiyordu. Üstelik otoritarizmini tutucu gerici ya da
sosyalist değerler için değil, ilerlemeci ve batılı hedefler için kullanmaktaydı. Bu durumda
Kemalist rejimi daha iyi anlayabilmek için demokrasi ve otoritarizm zıt ikilisini bir arada
düşündürten formüllere ihtiyaç vardır. Bu kaynaştırma ulusal-burjuva demokratik
devrimlerinin doğuş dönemleri esas alınırsa daha iyi yapılabilir. Bu devrimlerin doğuş ve
yerleşme dönemlerinde otoriter hatta diktatoryal rejimler hep görülmüştür. İngiltere’de
Cromwell, Fransa’da Jakobenizm, ABD’de iç savaş ve güneyin gericiliğine karşı şiddet
uygulama dönemi gibi. Türk devrimi de esas olarak Amerikan ve Fransız Devrimlerinin ve
batılı değerlerin izleyicisiydi. Mustafa Kemal Atatürk’ün yaklaşımı da bu savı destekler
niteliktedir: “Türk demokrasisi Fransa ihtilalinin açtığı yolu takip etmiş, lakin kendine has
ayırt edici özellikleriyle gelişmiştir.”
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder