16 Mayıs 2012 Çarşamba


1
11. HAFTA: YENİ TÜRKİYE’DE EKONOMİK GELİŞME VE EKONOMİ SİYASASI
Özet:
1923’te Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, ülke ekonomisi yarı bağımlı durumdaydı.
Yabancı şirketler ve bankalar, ülke ekonomisini bütünüyle kontrol edebiliyorlardı. Devlet iç
ve dış çevrelere mali gücünün üstünde borçlanmış durumdaydı. Birinci Dünya Savaşı’ndan
beri yaklaşık on yıldır savaş içinde bulunan ülke yanmış, yıkılmış ve harabe
görünümündeydi. Genç erkek nüfusun çok önemli kısmı ölmüştü. Yetişmiş tecrübeli yönetici,
memur ve işçi bulunmamaktaydı. Yeterli sayıda okuma-yazma bileni her ilçe ve bulmak
mümkün değildi. Ekonomi bütünüyle doğanın cömertliğine terk edilmiş tarımsal faaliyetlerle
ayakta duruyordu. Anadolu’da tüketimi karşılayan köyler ve bazı ilçeler dışımda, ülke
insanının beslenmesi, giydirilmesi ve çalışabilmesi için ne gerekliyse, dış ülkelerden ithal
ediliyordu. Devlet zayıf yerli girişimleri korunak ve vergi gelirlerini artırmak amacıyla
gümrük tarifelerini değiştirmek hakkına sahip değildi. Bütün bu olumsuz koşulların üstüne
Büyük Dünya bunalımının dünya ticaretini çökerten, işsizliği yayan sonuçları eklenmiştir. Bu
bunalım özellikle yeni toparlanmaya başlayan Türk tarımını durgunluğa itmiştir. Bu olumsuz
ekonomik tablo içinde Cumhuriyet idaresi başlangıçta liberal politikalarla ülkenin ekonomik
kalkınmasına çalışacak 1930 sonrasında ise devletçi mekanizmalarla ekonomiyi yönetecektir.
Bu derste 1923-1938 arasındaki dönemde Türkiye’nin ekonomik yapısı, tarım ve sanayi
alanındaki yeni uygulamalar ele alınacaktır.
11. HAFTA: YENİ TÜRKİYE’DE EKONOMİK GELİŞME VE EKONOMİ SİYASASI
Liberal Ekonomi Deneyimi
Genç Türkiye Cumhuriyeti, cumhuriyetin ilk yıllarında Osmanlı ekonomik mirası üzerinde,
siyasal yönelimiyle tutarlı bir biçimde, “tam bağımsız” ve “ulusal” bir ekonomi oluşturmaya
yönelir. Bağımsız ve ulusal ekonominin hedefi, Türkiye Cumhuriyeti’nin hedefi olan çağdaş
uygarlıklar düzeyidir; bunun için de ekonomik alanda “kalkınma” sağlanacaktır. Ekonomik
kalkınmanın itici gücüyse sanayileşme olarak belirlenir. 1923 – 1930 yılları arasını kapsayan
dönemde, söz konusu hedefe ulaşma yönünde “özel girişim” hareket noktası olarak alınır. 2
Bu bağlamda öncelikli olarak Türkiye İktisat Kongresi’ne değinmek yerinde olacaktır.
Türkiye İktisat Kongresi’nde üç temel konu üzerinde durulmuştur. Bunlardan birincisi yeni
Türk devletinin ekonomiye verdiği önemle ilgilidir. Bu noktada, kongrenin açılışında bir
konuşma yapan Mustafa Kemal’in sözlerine dikkat çekmek yeterli olacaktır. Mustafa Kemal,
söz konusu konuşmasında, bir ulusun yaşamıyla doğrudan ilgili olan unsurun ekonomi
olduğunu belirtmiş ve Türk tarihini dolduran yengi ya da yenilgilerin tümünün ekonomiyle
bağlantılı olduğunu ifade etmiştir.
Türkiye İktisat Kongresi’nin ikinci temel konusuysa yabancı sermaye ve ekonomik
bağımsızlık çerçevesinde ele alınabilir. Mustafa Kemal, yukarıda sözü edilen konuşmasında,
yabancı sermayeye karşı olunmadığını dile getirmiştir. Ekonomi Bakanı Mahmut Esat
[Bozkurt] Bey  de kongrenin açılışında yaptığı konuşmasında, Türkiye’nin yasalarına uyan,
hile ya da ayrıcalık peşinde koşmayan yabancı sermaye sahipleri için her türlü kolaylığı
sağlayacaklarını belirtmiştir.
Türkiye İktisat Kongresi’nin üçüncü temel konusu da yeni Türk devletinin ekonomik
modeline ilişkindir. Bu modelin ana hatları Mahmut Esat [Bozkurt] Bey’in kongrede yapmış
olduğu konuşmada bulunabilir. Mahmut Esat [Bozkurt] Bey, konuşmasında, ülkenin
ekonomik gereksinimlerine ve tarihine uygun bir ekonomi politikası izlemek gerektiğini
söyleyerek, yeni Türk devletinin ekonomi modelini “karma ekonomi modeli” olarak
açıklamıştır.
Kongre, kongreye katılan grupların benimsediği ekonomik ilkelerle, bir ölçüde, yeni Türk
devletinin ilk 10 yılında uygulanacak ekonomi politikalarına da yön vermiştir. Kongreye
katılan grupların benimsediği ekonomik ilkeler, kalkınmaya yönelik, ılımlı bir korumacılığı
öngören, ekonomik yaşamın denetiminin ulusal unsurlara geçmesini isteyen ve yerli – yabancı
sermayeyi özendirici öğeleri içermektedir. Söz konusu ilkelerle, özel girişimciliğin
canlandırılması gerektiğine vurgu yapılmış; bunun için, kredi olanaklarının yaratılması,
eğitim, ulaştırma, iletişim gibi hizmetlerin sağlanması istenmiş, gerekli yasal ve kurumsal
düzenlemelerin ivedilikle yapılması istenmiştir.
Kongreye katılan grupların benimsediği ekonomik ilkelerin, hükümeti bağlayıcı olmaktan
uzak olduğunu ve yalnızca öneri niteliği taşıdığını belirtmek gerekir. Ancak, izleyen 3
dönemde, kongreye katılan grupların benimsediği ekonomik ilkelerin çoğunun uygulamaya
yansıdığı da bir gerçektir. Bu bakımdan, yeni Türk devletinin ilk 10 yılına damgasını vuracak
ekonomi politikalarının, yukarıda da belirtildiği gibi, bir anlamda Türkiye İktisat
Kongresi’nde belirlendiği söylenebilir. Bu politikalar, Türkiye ekonomi tarihi yazınında,
yaygın bir biçimde, “liberal” diye nitelenmekte ve sanayileşme yoluyla kalkınma hedefinin
öznesine de özel girişimi koymaktadır. Ancak bu noktada, Ekonomi Bakanlığı tarafından,
hükümet için bağlayıcı olmadığı belirtilen kararların, Türkiye’nin ilk 10 yılının ekonomi
politikasını belirlemesi, bize göre, anlamlandırma bakımından özünde bir sorun
barındırmaktadır. Kanımızca, bu sorunun çözümlenmesi, ilgili birkaç noktanın irdelenmesiyle
olanaklı olabilir.
Bu bakımdan, öncelikli olarak, Lozan Barış Anlaşması’na ek olarak imzalanan Ticaret
Sözleşmesi’ne değinmek yerinde olacaktır. Beş yıl yürürlükte kalması hükme bağlanan bu
sözleşmenin birinci maddesinde belirtildiğine göre, bu beş yıllık süre içinde, Türkiye, 1 Eylül
1916 tarihli Osmanlı gümrük tarifesini uygulayacak, bu konuda herhangi bir değişikliğe
gidemeyecekti. Bu tarife, tarımsal tüketim mallarına yüzde 30  – 40 oranında vergi koyan,
sanayi kesimini koruma gibi bir amacı içermeyen seçici bir tarifeydi. Savaş yıllarında yaşanan
enflasyon, seçici vergileri aşındırdığından, gümrük resimleri önce 5, sonra 12 kat artırılarak,
tarifenin koruyucu gücü yükseltilmeye çalışılmıştı. Lozan Barış Anlaşması’na ek olarak
imzalanan Ticaret Sözleşmesi, bu tarife artışlarını kabul etmekle birlikte, çoğu sanayi tüketim
mallarından oluşan bir grup mal için uygulanacak artış kat sayısını, 12 değil, 9 olarak
belirledi. Ayrıca, sözleşmenin üçüncü maddesi, Türkiye’nin beş yıllık bir süre için, dışalım ve
dışsatım yasaklarını kaldırmasını ve yenilerini koymamasını hükme bağlıyordu. Görüldüğü
gibi, Lozan Barış Anlaşması’na ek olarak imzalanan Ticaret Sözleşmesi, beş yıl süreyle, yeni
Türk devletinin gümrük gelirlerini artırmasını ve sanayisini dış rekabetten korumaya dönük
etkili bir politika izlemesini engelleyici hükümleri içermekteydi. Dolayısıyla, söz konusu
sözleşmenin, yeni Türk devletinin seçebileceği ekonomi politikalarına ciddi bir engel
getirerek, bir anlamda, yeni Türk devletini liberal ekonomi politikalarına zorunlu olarak
yönlendirdiği söylenebilir.
Sanayileşme yoluyla kalkınma hedefinin öznesi olarak özel girişimciliği belirlemek de, benzer
bir biçimde, çeşitli engellerle ilgilidir. Devletin elindeki sermaye birikiminin yetersizliği,
nitelikli iş gücünün azlığı ve teknoloji birikiminin sınırlılığı bu engellerin en önemlileri olarak 4
sayılabilir. Bu durumda, yeni Türk devletinin, kalkınmayı özel girişimciler aracılığıyla
sağlamayı hedeflemesi, yine, bir seçimden çok, bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.
Öyleyse, Lozan Barış Anlaşması’na ek olarak imzalanan Ticaret Sözleşmesi’yle devletin
elindeki sermaye birikiminin yetersizliğini, nitelikli iş gücünün azlığını ve teknoloji
birikiminin sınırlılığını, yeni Türk devletini, liberal ekonomi politikalarına yönlendiren
engeller olarak görmek hatalı değildir. Ancak, 1923 – 1929 yılları arasını kapsayan devletçilik
öncesi bu dönemin, ekonomi kuramı bakımından tam anlamıyla liberal bir dönem olmadığı da
belirtilmelidir. Bu dönemde, devlet, devlet işletmeciliğini sınırlı tutmaya çalışsa da, ekonomik
yaşamın içinde yer alıyordu.
Örneğin, kalkınma bankasının ilk örneklerinden biri olan Türkiye Sınai ve Maadin
Bankası’nın kuruluşu bu çerçeve içinde değerlendirilebilir. 1925 yılında kurulan bankanın
amacı, bankaya devredilmiş sanayi kuruluşlarını, kurulacak yeni şirketlere devredilinceye
kadar yönetmek, sermayeye katılmak yoluyla sanayicilik alanında girişimler oluşturup
işletmek, doğrudan ya da sermayeye katılmak yoluyla maden ayrıcalığı almak ve Türk
sanayici ve madencilerine kredi sağlamak biçiminde özetlenebilir. Türkiye Sınai ve Maadin
Bankası’nın kuruluşu, kamu kesiminin özel kesime kaynak aktarmasının başlangıç
düzenlemesi olarak kabul edilmektedir. Bu anlamda, dönemin doruk noktasınaysa Teşvik-i
Sanayi Kanunu’yla ulaşılacaktır. 1927 yılında çıkartılan Teşvik-i Sanayi Kanunu, 1913
yılında çıkartılan aynı adlı yasanın kapsamını genişletip, süresini uzatarak, özel sanayi
kuruluşlarını çeşitli yollarla özendirmeyi amaçlıyordu. Yasadan yalnızca Türk uyruklu
olanlar, sanayi şirketlerinden de şirket sermayesinin en az yüzde 25’i Türklerin elinde
bulunanlar yararlanabilecekti. Yasa, bedelsiz devlet arazisi verilmesi, çeşitli vergi, resim ve
harçlardan bağışıklıkla; başta taşımacılıkta olmak üzere, çeşitli indirimleri içeriyordu. Ayrıca,
yasayla, sanayi alanında faaliyet gösteren kuruluşlara, yıllık üretim değerlerinin yüzde 10’u
tutarında prim verilmesi hükme bağlanmıştı. Tüm bunların yanı sıra, yasa, yerlisiyle dışarıdan
alınanı arasındaki fiyat farkı yüzde 10’u aşmayan mallarda, devlet kuruluşları, belediyeler ve
yasadan yararlanan kuruluşlar için, yerli malı kullanma zorunluluğu getiriyordu. Bu yasayla
devletin, kamu kesiminden, özel kesime kaynak aktarmak yoluyla ekonomik yaşama karıştığı
açıktır.
Bu dönemde, devletin ekonomik yaşamın içinde olduğuna ilişkin örnekler çoğaltılabilir.
Demiryollarının ve tütün rejisinin devletleştirilmesi, Türk limanları arasında deniz ulaşımı 5
yapma hakkının yabancı sermayeye yasaklanması bu örneklerden bazılarıdır. Bu durumda,
yeni Türk devletinin, çeşitli engeller nedeniyle liberal ekonomi politikalarına yönelmesi;
ancak, özel sermaye birikimini ve kapitalist gelişmeyi hızlandırmak amacıyla devletin yer yer
ekonomik yaşama karışması, 1923  – 1929 yılları arası dönemin temel özelliği olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Devletçilik Deneyimi
Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik alandaki hedefi, ulusal ve bağımsız bir ekonomik
yapı üzerinde kalkınmak ve bu kalkınmayı da sanayileşme yoluyla sağlamaktır. Ancak, 1923
– 1929 yılları arasını kapsayan dönem, bu bakımdan incelendiğinde, elde edilen sonuçların
başarıya işaret etmediği görülecektir. Söz konusu başarısızlık, 1923  – 1929 yılları arasını
kapsayan dönemde, son dönem Osmanlı sanayinin nicel boyutlarının ve yapısal özelliklerinin
korunmasıyla; bir başka deyişle, 1923  – 1929 yılları arasını kapsayan dönemin, anlamlı bir
sanayileşme sürecini içermemesiyle açıklanabilir.
Bu durumu ayrıntılandırabilmek için, çeşitli sanayi sayımlarından yararlanmak olanaklıdır.
Örneğin, Osmanlı Hükümeti tarafından yaptırılan 1913 ve 1915 sanayi sayımlarıyla Ankara
Hükümeti tarafından yaptırılan 1921 sanayi sayımı son dönem Osmanlı sanayinin
özelliklerinin anlaşılması bakımından önemli veriler sunar. Bu verilerin çözümlemesiyse
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, o günün koşullarına göre, çağdaş anlamda bir
sanayinin bulunmadığına işaret eder. Varolan sanayi yapı içinde küçük ölçekli birimler
egemendir. Bu birimlerin tümü, dayanıksız tüketim mallarının üretimine yönelmekte;
dayanıklı tüketim malı, ara mallar ya da yatırım malları alanında faaliyete rastlanmamaktadır.
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde sanayinin genel görünümüne ilişkin bu tablo, 1923 –
1929 yılları arasını kapsayan dönemde önemli bir değişikliğe uğramaz. Bu dönemde, yukarıda
da belirttiğimiz gibi, son dönem Osmanlı sanayinin nicel boyutları ve yapısal özellikleri
korunur. Bu durum,  1927 yılında yapılan sanayi sayımı sırasında tüm çıplaklığıyla ortaya
çıkar. Söz konusu sayımın sonuçları, yine, varolan sanayi yapı içinde küçük ölçekli birimlerin
egemen olduğuna ve bu birimlerin, daha çok, yarı işlenmiş malı çeşitli işlemlere tabi tutma6
hatta tamircilikle ilgilendiklerine işaret etmektedir. Sanayi üretimde kullanılan teknolojinin
ilkelliğiyse dikkati çeken bir başka noktadır.
Bu durumda, kalkınma için sanayileşmeye bel bağlayan devrimci kadronun, bu bağlamda,
ciddi bir başarısızlık yaşadığını öne sürmek, hatalı olmayacaktır. Bu savı, yalnızca yukarıdaki
veriler değil, aynı zamanda, GSMH’ya ilişkin veriler de destekler. 1923 yılında, 1948 yılı
fiyatlarıyla, 2,9 milyar lira olarak hesaplanan GSMH içinde, sanayinin payı 3,1 milyon lirayla
yüzde 10,6’dır. 1930 yılındaysa 1948 yılı fiyatlarıyla GSMH 5,4 milyar liraya yükselmiş;
ancak, GSMH içinde sanayinin payı, 5,5 milyon lirayla, yine yüzde 10’lar düzeyinde
kalmıştır.
Sanayileşme bağlamında anlamlı sonuçlar yakalanamaması, köklü bir ekonomi politikası
değişikliğinin başlıca nedenlerinden kabul edilebilir. Ancak, ekonomi politikasında yaşanacak
köklü değişikliği, yalnızca bu durumu hareket noktası alarak açıklamak doğru olmayacaktır.
Söz konusu ettiğimiz dönemde, ülkenin genel bir ekonomik  durgunluk içine girmesi ve bu
durgunluğun, rejimi tehdit edebilecek geniş bir toplumsal muhalefete neden olarak büyümesi
de ekonomi politikalarının köklü bir biçimde değişmesini derinden etkileyen bir gelişme
olarak karşımıza çıkmaktadır.  
Bu dönemde, Türkiye’de yaşanan ekonomik durgunluğun nedenlerinin bir bölümü ülke
içindeki olumsuz koşullarla ilintilidir. Kötü hava koşullarının tahıl dışalımını artırması,
gümrük vergileri konacak beklentisinin ve uygulanan demiryolu politikasının, benzer bir
biçimde, dışalım istemini yükseltmesi söz konusu olumsuz koşullar arasındadır. Yaşanan
ekonomik durgunluğun nedenlerinin bir başka bölümüyse, 1929 Büyük Bunalımı
çerçevesinde, ülke dışı gelişmelerden kaynaklanmaktadır. Türk Lirası’nın İngiliz Sterlini
karşısında çarpıcı biçimde değer yitirmesi, 1929 Büyük Bunalımı’nın Türkiye üzerindeki ilk
önemli etkisi olarak yaşanır. Bunu, Türkiye’nin dışsatımında önemli yeri bulunan ülkelerin,
1929 Büyük Bunalımı’nın etkisiyle dışalım güçlüğü içine düşmesi ve buna bağlı olarak
Türkiye’nin özellikle tarımsal mallardan oluşan dışsatımının önemli ölçüde azalması
izleyecektir. Bu arada, dış ticaret hadlerinin, Türkiye aleyhine dönmesi ve Türkiye’nin
dışalım mallarında düşüş olmasına karşın, bu düşüşün, Türkiye’nin dışsatım mallarındaki
düşüşün çok gerisinde kalması, Türkiye ekonomisi üzerinde olumsuz anlamda belirleyici olur.
Tüm bunların sonucunda, fiyatların ve ulusal gelirin hızlı bir biçimde düşmesi ülkeyi genel bir
ekonomik durgunluk içine sürükler.7
Ülkenin içine düştüğü bu ekonomik durgunluk, kuşkusuz, ekonomi politikalarının
değiştirilmesi aşamasında önemli bir etki yapacaktır. Ancak, ekonomik durgunluğun yarattığı
toplumsal ve siyasal sorunları dışlayarak, bu etkiyi ele almak, kanımızca, hatalıdır. Bu
nedenle, ekonomik alanda yaşanan sorunların, ciddi bir toplumsal muhalefete yol açtığını; söz
konusu toplumsal muhalefetin de rejimi tehdit eder bir biçimde büyüdüğünü, incelediğimiz
dönemin önemli bir özelliği olarak kaydetmek gerekir. Bu da en açık biçimde, 12 Ağustos
1930 tarihinde Mustafa Kemal’in özendirmeleriyle Fethi [Okyar] Bey’in genel başkanlığında
kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) örneğinde görülebilir.
Yazımızın kapsamı, SCF’ye ilişkin belgelerin ayrıntılı bir biçimde incelenmesine engeldir.
Ancak, partinin program ve tüzüğüne kısaca değinmenin yerinde olacağını düşünüyoruz. Parti
programının ilk maddesinde, partinin, cumhuriyetçilik, ulusçuluk ve laiklik ilkelerine bağlı
olduğu vurgulanıyor; parti tüzüğünün ilgili maddelerinde de varolan anayasal düzene bağlılık
dile getiriliyordu. Parti programının ve parti tüzüğünün diğer maddeleriyse ağırlıklı olarak
ekonomik sorunlarla ilintiliydi. Bu maddelerde, özel girişimciliğe ağırlık verileceği, devletin
ekonomiye karışmasının sınırlı bir düzeyde tutulacağı, yabancı sermayenin özendirileceği
kaydediliyor, vergilerin ağırlığı ve toplanma biçimi eleştiriliyordu. Parti programının ve
tüzüğünün ekonomik ilkelerle ilgili boyutu, partinin adında yer alan serbest kavramını, bizce,
açıklamaktadır. Parti programının ve tüzüğünün, başta cumhuriyetçilik, ulusçuluk ve laiklik
ilkelerine bağlılığı olmak üzere, varolan anayasal düzenle çelişmeyen boyutuysa, benzer bir
biçimde, partinin adında yer alan cumhuriyet kavramını açıklar.
Ana hatları yukarıda verilmeye çalışılan bu program ve tüzüğün, geniş kitleler için çözüm
önerileri getirmediği ortadadır. Ancak, programının ve tüzüğünün bu özelliğine karşın,
SCF’nin kuruluşunun hemen ardından büyük bir ilgi uyandırdığı ve geniş geniş kitleler
tarafından desteklendiği bilinmektedir. Hatta, partinin, kısa süre içinde, “kitlelerin dili ve
dileği” durumuna geldiği bile söylenebilir. Ancak, SCF’nin yaşamı uzun süreli olmadı; 1930
yılının Ağustos ayında kurulan bu parti, 1930 yılının Aralık ayında kendi kendini feshetti. Bu
durumda, Cumhuriyet tarihinin ikinci çok partili siyasal yaşam deneyimi de başarısızlıkla
sonuçlanıyordu. Bu başarısızlık, önemli ölçüde, SCF’nin, devrime ve onun ilkelerine karşı
olanların çatısı durumuna gelmesiyle ilintilidir. Dolayısıyla, tasarlananlar bir anlamda ters
tepmiş, SCF, devrimi ve rejimi hedef alanların örgütü olarak algılanmaya başlamış oluyordu
ki; tüm bunlar, beklenilmeyen gelişmelerdi.8
Kuşkusuz, bu yazı çerçevesinde, altı çizilmesi gereken asıl nokta, geniş halk kitlelerinin,
SCF’ye gösterdiği ilgidir. Bu ilginin, bir ölçüde, geniş kitlelerin Cumhuriyet Halk
Fırkası’ndan (CHF) soğumasıyla ilintili olduğu düşünülebilir. Ancak, söz konusu kitleyi,
program ve tüzüğünün yukarıda açıklanmaya çalışılan özelliklerine karşın, SCF’yi yoğun bir
biçimde desteklemeye  iten asıl nedeni, hız kazanan devrimler ve özellikle de ekonomik
sorunlar çerçevesinde ele almak daha doğru olacaktır.  Bu durum, Mustafa Kemal’in 1930
yılının son, 1931 yılının ilk aylarını kapsayan yurt gezisi incelendiğinde daha da iyi anlaşılır.
SCF  örneği kapsamında aktardığımız bu gelişmelerin, bizce, Türkiye’de ekonomi
politikalarının köklü bir biçimde değişmesinin başlıca nedenlerinden biri olduğuna, kuşku
yoktur.  Yukarıda nedenlerini aktarmaya çalıştığımız ekonomik durgunluğun geniş kitleler
üzerinde yarattığı baskı, bu baskının ciddi bir toplumsal muhalefete neden olması ve
toplumsal muhalefetin de rejimi tehdit eder biçimde büyümesi ekonomi politikalarının kökten
değişmesini derinden etkileyen gelişmelerdir.
Ekonomi politikalarının köklü bir biçimde değişmesinin bir başka nedeninin de ilk taksidinin
ödemesi yaklaşan Osmanlı dış borçları olduğu söylenebilir. Türkiye, Osmanlı dış borçlarının
ilk ödemesini 1929 yılında gerçekleştirecekti. Osmanlı dış borçlarının ilk taksitinin
yaklaşması, Türkiye’de para ve kambiyo bunalımı yaratıyor; bu, diğer nedenlerle birleşip,
Türkiye’de yaşanacak köklü ekonomi politikası değişikliğinin habercisi oluyordu.
Bu durumda, incelediğimiz dönemde, Türkiye’de ekonomi politikalarının köklü bir biçimde
değişmesine yol açan temel nedenleri, aşağıdaki gibi, özetlemek olanaklıdır:
1. Ekonomik anlamdaki hedefin ulusal ve bağımsız bir ekonomik yapı  üzerinde
kalkınmak  ve   bu   kalkınmayı   da   sanayileşme
yoluyla sağlamak olmasına karşın, 1923 – 1929 döneminin anlamlı bir sanayileşme
sürecini içermemesi;
2. Çeşitli iç ve dış nedenlerle ülkenin genel bir ekonomik durgunluk içine girmesi ve
bu durgunluğun rejimi tehdit edebilecek bir toplumsal muhalefete yol açması;
3. İlk taksidinin ödemesi yaklaşan Osmanlı dış borçlarının yarattığı  para ve kambiyo
bunalımı.9
Ekonomi politikalarının köklü bir biçimde değişmesine yol açacak nedenlerin, ilgili dönemin
olanakları içinde anlam kazanıp, önce korumacılığa, ardından da devletçiliğe geçişi
hazırladığı söylenebilir. Bu olanakların da,  kanımızca, en önemlileri 1929 Büyük
Bunalımı’yla Lozan Anlaşması’na ek olarak imzalanan ve Türkiye’nin gümrük tarifelerini
yükseltmesini engelleyen sözleşmenin süresinin dolmasıyla ilintilidir.
Gelişmiş kapitalist ekonomileri etkisi altına alarak başlayan 1929 Büyük Bunalımı’nın en
önemli sonucu, devletin ekonomide etkin rol oynaması düşüncesini beslemesi olmuştu.
Uygulama da bu yönde gelişiyordu. Bu dönemde Fransa’da gündeme gelen güdümlü
ekonomi, İngiltere ve ABD kamu harcamalarının artırılması, İtalya ve Almanya’da kurulan
faşist yönetimler bu bakımdan anlamlıdır. Az gelişmiş  – gelişmemiş ekonomilerse, aynı
dönemde, koruma duvarlarının ardına sığınarak, içe dönük (ithal ikameci) sanayileşme
hamlelerinin ilk adımlarını atıyorlardı. Dünya ekonomisiyle hammadde dışsatımcısı ve
ağırlıklı olarak sanayi tüketim malı dışalımcısı olarak bütünleşen ve serbest dış ticaret rejimi
uygulayan bu ülkeler, 1929 Büyük Bunalımı sırasında, hammadde fiyatlarının sanayi malların
fiyatlarından çok daha yüksek oranlarda düşmesi nedeniyle, dışalım kapasitesinde ciddi
daralmalar yaşamaya başlamışlardı. İthalatın reel olarak düşmesiyse, bu ülkelerdeki toplam
tüketim hacminde ve yaşam koşullarında gerilemelere yol açıyordu. Bu durumda, dışalımı
denetleyen koruma önlemlerine başvurarak içe dönük sanayileşmeci bir ekonomi politikası
izlemek, tek çıkar yol gibiydi. 1929 Bunalımı’nın hem gelişmiş hem de az gelişmiş  –
gelişmemiş ekonomiler kapsamında yarattığı, devletin ekonomiye karışmasını tetikleyici bu
etki, Türkiye’de önce korumacılığa ardından da devletçiliğe geçişin olanaklarından biri olarak
kabul edilebilir. Bu çerçeve içinde, kapitalist olmayan bir sistem içinde planlı ekonomi
politikaları uygulayarak 1929 Büyük Bunalımı’ndan etkilenmeyen ve gelişme çizgisini
koruyan Sovyetler Birliği’nin önemli bir örnek olarak dikkat çektiğini de belirtmek yerinde
olacaktır.
Türkiye’de önce korumacılığa daha sonra da devletçiliğe geçişini hazırlayan olanakların bir
diğeriyse, Lozan Anlaşması’na ek olarak imzalanan ve Türkiye’nin gümrük tarifelerini
yükseltmesini engelleyen sözleşmenin süresinin dolması kapsamında ele alınabilir. Bu,
Türkiye’nin korumacı özellikler taşıyan yeni bir gümrük tarifesini uygulamaya koymasını
sağlayacak ve ekonomi politikalarının da korumacılığa doğru evrilmesinin önünü açacaktır.10
***
Türkiye, 1930’lu yılların başında, köklü bir ekonomi politikası değişikliğine sahne oldu. Bu
dönemde, bu türden bir değişikliğin nesnel nedenleri ve olanakları hazırdı. Söz konusu neden
ve olanakları bir önceki bölümde göstermeye çalıştık. Bu bölümdeyse Türkiye özelinde
devletçi uygulamalar ve Türkiye’de devletçiliğin belirgin özellikleri üzerinde duracağız.
Türkiye’de 1929 – 1939 yılları arası döneminde uygulanan ekonomi politikaları açısından iki
belirleyici unsurun öne çıktığı, kanımızca, açıktır. Birbirleriyle iç içe olan ve kısa bir süre
dışında uygulamada da bir arada gözüken bu iki unsurdan birincisi “korumacılık”, ikincisi de
“devletçilik”tir. 1929 yılından 1932 yılına kadar olan süre içinde, “salt” korumacı önlemlerle
yetinildiği görülür. 1932 yılı, devletçi politikalara ani bir geçişi temsil eder. Bu bakımdan,
1932 yılını, bir kırılma noktası olarak göstermek olanaklıdır. 1933  – 1939 yılları arası
dönemdeyse korumacılık ve devletçilik, bir arada, dönemin ekonomi politikalarına damgasını
vurur.
Yukarıda da belirtildiği gibi, salt korumacı önlemler, devletçilikten daha önce gündeme
gelmiş ve yaklaşık iki yıl boyunca uygulama alanı bulmuştur. Korumacılığın bir kaç temel
amaçla gündeme geldiğini öne sürmek olanaklıdır. Bu amaçlardan biri, dış ticaretin
denetimine; bir başka deyişle, dış ticaretin açık değil fazla vermesini sağlamaya yöneliktir. Bu
anlamda, Lozan Barış Anlaşması’na ek olarak imzalanan ticaret sözleşmesinin süresinin
dolmasının ardından, koruma gücü çok daha yüksek yeni bir gümrük tarifesinin uygulamaya
konması, dışalıma kotalar getirilmesi ve dışsatımı denetleme yetkisinin hükümete verilmesi
önemli gelişmeler olarak karşımıza çıkar.
Korumacı politikaların bir başka amacıysa kambiyo denetimine ilişkindir. 20 Şubat 1930
tarihinde çıkartılan Türk parasının değerinin korunmasıyla ilgili yasa, bu yoldaki adımların en
önemlilerinden biri olarak gösterilebilir. Bu yasayla hükümete, Türk parasının değerinin
korunmasıyla ilgili önlemler alma yetkisi veriliyor; hükümetin bu yetkisi, aynı yasanın
kapsamında olan cezalarla güçlendiriliyordu. Bu bağlamdaki bir başka önemli adımınsa
Bankalar Konsorsiyumu’nun kurulmasıyla atıldığı söylenebilir. 24 Mart 1930 tarihinde
çalışmalarına başlayan bu konsorsiyum, Maliye Bakanlığı’yla bankalar arasında özel bir şirket
olarak kurulmuş ve kambiyo piyasasına önemli ölçüde kararlılık kazandırmayı başarmıştır.
Türkiye’de kambiyo denetiminin en önemli adımıysa kuşkusuz, uzun bir hazırlık döneminin 11
ardından, 11 Haziran 1930 tarihinde, TCMB’nin (Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası)
kurulmasıyla atılmış, TCMB’nin kurulmasıyla, kambiyo denetimi yolunda önemli bir
aşamaya ulaşılmıştır.
Görüldüğü gibi, korumacı politikaların temel amacı, bir boyutuyla dış ticareti, diğer boyutuyla
da kambiyo piyasasını denetim altına almaya yöneliktir. Bunlara bir de, kamu harcamalarını
kamu gelirleriyle dengeleme isteğini eklemek yerinde olacaktır.
Salt korumacı önlemlerin, Türkiye’nin o günkü koşullarında yeterli olmadığı açıktır.
Türkiye’nin o günkü koşulları, bu türden önlemlerin, ekonominin genişletilmesini sağlayacak
girişimlerle desteklenmesini gerektirmektedir. Bu da, incelediğimiz döneme ilişkin olarak,
ağırlıklı olarak, devletçi uygulamalarla sağlanmış; korumacılık, devletçilikle tamamlanmıştır.
Bu durum, kuşkusuz, köklü bir “ekonomi politikası değişikliği”ne işaret etmektedir. Ancak
bunun bir “sistem değişikliği” olmadığının altını çizmek gerekir. Değişen, yalnızca, kapitalist
gelişme modelinin öznesidir. Bu özne, devletçilik öncesi dönemde “özel girişim”ken, devletçi
uygulamaların gündeme geldiği dönemde “devlet” olmuştur. Türkiye, artık, sanayileşme
yoluyla kalkınma hedefine, özel girişim eliyle değil, devlet eliyle ulaşmaya çalışacaktır.
Yukarıda sözü edilen köklü ekonomi politikası değişikliğinin kamuoyuna yansıyan ilk
işaretinin Başbakan İsmet [İnönü] Paşa’dan geldiği söylenebilir. Başbakan İsmet [İnönü]
Paşa, 12 Şubat 1929 tarihinde, yerli mallar haftasının açılışında yaptığı konuşmasında,
hükümetin ekonomik yaşamın içinde yer almasına ilişkin düşüncelerini şu tümcelerle açıklar:
“... milli iktisat bahsında açıktan ve kendi kendini yemekten kurtulmak, sonra
aktif bir iktisadi inkişafa [gelişmeye] girmek hükümetçe ve milletçe bir çok
teşkilata ve içtimai [sosyal] tedbirlere lüzum gösteriyor. Hükümet teşkilatının
ve milli teşekküllerin iktisadın her sahasında müdahaleleri zaruri görünüyor. ...
biz hükümetin, memleket iktisadiyatına her sahada yardımcı müdahalesi ve
teşkilatı ile vazife ifa etmesi [yapması] lazım geldiği esasını takip ediyoruz.”
Başbakan İsmet [İnönü] Paşa, bu konuşmasından yaklaşık bir buçuk yıl sonra, görüşlerini
daha da açık biçimde ortaya koyacak ve 30 Ağustos 1930 tarihinde, demiryolunun Sivas’a
ulaşması dolayısıyla yaptığı kapsamlı konuşmasında, “ılımlı” devletçiliği işaret ederek, her
şeyi özel girişimden beklemenin Türkiye’nin koşullarına uymadığını dile getirecektir: 12
“... Liberalizm nazariyatı [kuramı] bütün bu memleketin güç anlayacağı bir
şeydir. Biz iktisadiyatta hakikaten mutedil [ılımlı] devletçiyiz. Bizi bu
istikamete sevkeden bu memleketin ihtiyacı ve bu memleketin fıtri [doğuştan]
temayülüdür [eğilimidir]. ... Mutedil devletçi olarak halkın temayülatına
[eğilimine] ve metalibine [isteklerine] yetişemiyoruz diye kusurluyuz.
Devletçilikten büsbütün vazgeçip her nimeti sermayedarların faaliyetinden
beklemeğe sevketmek bu memleketin anlayacağı bir şey midir?”
1930 yılının ekim ayındaysa devletçilik olgusunun, daha da güçlü bir biçimde, Türkiye’nin
gündemine oturduğu gözlemlenir. 2 Ekim 1930 tarihinde, yeni hükümet programının
görüşülmesi sırasında, Başbakan İsmet [İnönü] Paşa ve Ekonomi Bakanı Mustafa Şeref
[Özkan] Bey’in yaptığı konuşmalar bu açıdan önem taşımaktadır. Bu görüşmeler sırasında
Başbakan İsmet [İnönü] Paşa,
“.... Milli iktisatta mesleğimiz malumdur. Bizim kanaatımızca Hükümetin her
sahada faaliyeti nihayet milli iktisat için ya bir faide [yarar] temini, ya bir
engelin bertaraf edilmesi gibi bir iktisadi gayeye teveccüh ettirilmek
[yönelmek] lazımdır. İktidarımız dahilinde olan bütün gayretlerimizi bu uğurda
sarfedeceğiz. ....“
demekte ve devletçilikle aynı anlamda kullandığı “milli iktisat yolu”nu nasıl seçtiklerini şöyle
anlatmaktadır:
“.... Gerek ecnebi dostlarımdan ve gerek yerli arkadaşlarımdan milli iktisadın
bu memlekette takibi müşkül [zor] olduğunu çok delillerle işitmişimdir.
“Memleketin sermayesi yoktur, milli iktisat takip edilen yolda ecnebi
sermayesi getirmek güçtür. Binaenaleyh [bundan dolayı] biz milli iktisat
politikası takip etmeyelim, liberal bir yol tutarsak memleketin inkişafı
[gelişmesi] için daha çok sermaye getirebiliriz.” Biz bu meseleyi tetkik ederken
ve programımızı tayin ederken onun hilafı [karşıtı] olan mülahazalardan
[düşüncelerden] kaçınmış, onları dinlemekten korkmuş ve tahlil etmemiş
adamlar değiliz. Tahkik etmişiz [soruşturmuşuz], tahlil etmişiz, hangisinin karı
daha çoktur düşünmüşüz, ondan sonra milli iktisat yolunu takip ediyoruz. ....“13
Aynı görüşmeler sırasında, ekonomi bakanlığı görevine yeni atanmış olan Mustafa Şeref
[Özkan] Bey de ekonomide devletçiliği tanımlamaya yönelik bir çaba içinde, şu açıklamaları
yapmaktadır:
“.... Milli iktisat mefhumu [kavramı] da şu ibarede hulasa edilebilir
[özetlenebilir]: Memleket dahilindeki iktisadi menfaatlar kendi kendine ve
alabildiğine anarşik surette faaliyet ve harekette bulunmıyacaklardır. Onlar
yüksek bir ahenk ve muvazeneyi [dengeyi] temin etmek için bir noktaya doğru
sevk ve tevcih edileceklerdir [yönlendirileceklerdir]. Fakat ... devletin faaliyeti
ferdin faaliyeti yerine kaim [geçen] olmıyacak[tır].
Sonunda, bu türden açıklamaların en kesin olanı Mustafa Kemal’den gelir ve Mustafa Kemal,
27 Ocak 1931 tarihinde, CHF’nin (Cumhuriyet Halk Fırkası) İzmir il kongresinde yaptığı
konuşmasında, CHF’nin programının devletçi olduğunu belirtir:
“.… Memleketi imar edeceğiz derken vatandaşları en hafif mükellefiyetler
[yükümlülükler] altında bırakacak değiliz. Bilakis bütün vatandaşlar icabında
ağır mükellefiyetlere [yükümlülüklere] ve her türlü fedakarlığa tahammül
edeceklerdir. Hep beraber yapacağız. Vatandaşların şunu isterim, bunu isterim
demesi, şunu bunu yapmağa mecburum demektir. Bu yapılması lazım gelen
şeyler için vatandaş maddi, mali ve manevi mevcudiyetini müheyya [hazır]
tutarsa ancak o zaman mefkureye [ülküye] muvasalat [erişme] mümkündür.
Fırkamızın takip ettiği program, bir istikametten tamamile demokratik, halkçı
bir program olmakla beraber iktisadi noktai nazardan [açıdan] devletçidir. Bu
itibarla fırkamıza müstenit olan [dayanan] hükümeti cumhuriyenin her noktai
nazardan [açıdan] vatandaşların hayatiyle, istikbaliyle ve refahiyle alakadar
olması tabiidir. Halkımız tab’an [yaradılıştan] devletçidir ki, her türlü ihtiyacı
devletten talebetmek için kendisinde bir hak görüyor. Bu itibarla milletimizin
tabayii [yaradılışı] ile fırkamızın programında tamamiyle bir mutabakat
[anlaşma] vardır. Bu istikametten yürüyeceğiz. Ve muvaffak olacağımızda
şüphe yoktur.”14
Mustafa Kemal’in bu konuşmasıyla fiili olarak CHF’nin programına giren devletçilik, çok
geçmeden, resmi olarak da programdaki yerini alır: CHF’nin 1931 yılındaki 3. Büyük
Kurultayı’nda, fırkanın altı temel ilkesi arasında, devletçilik de kaydedilir. Devletçilik, bu
kurultayda benimsenen programda şöyle tanımlanmaktadır:
“Ferdi mesai [çalışma] ve faaliyeti esas tutmakla beraber mümkün olduğu
kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi mamuriyete [bayındırlığa]
eriştirmek için milletin umumi ve yüksek menfaatlerinin icab ettirdiği işlerde
bilhassa iktisadi sahada devleti fiilen alakadar etmek mühim
esaslarımızdandır.”
CHP’nin (Cumhuriyet Halk Partisi) 1935 yılındaki 4. Büyük Kurultayı’ndaysa parti programı
değiştirilerek, devletçiliğin yeniden tanımlandığı görülür. Bu programa göre, devletçilik
ilkesinin tanımı şöyledir:
“Özel kınav faaliyet ve çalışma esas olmakla beraber, imkan olduğu kadar az
zaman içinde ulusumuzu genliğe ve yurdu bayındırlığa eriştirmek için, genel
ve yüksek asığların  çıkarların gerektirdiği işlerde, hele ekonomik alanda,
devleti filiğ surette fiili olarak ilgilendirmek başlıca esaslarımızdandır.
Devletin ekonomi işleri ile ilgisi filiğ surette  fiili olarak yapıcılık olduğu
kadar, özel girişimlere ön vermek ve yapılmakta olan işleri düzenlemek ve
kontrol da etmektir.
Devletin filiğ olarak  fiili olarak, hangi ekonomik işleri yapacağının
belirtilmesi, ulusun genel ve yüksek asığlarına çıkarlarına bağlıdır. Bu lüzum
üzerine, devletin, filiğ olarak  fiili olarak, kendi yapmağa karar verdiği iş,
eğer, özel girişit  girişim elinde bulunuyorsa, onun alınması her defasında
özgü bir kanun çıkarmağa bağlıdır. Bu kanunda özel girişitin  girişimin
uğrayacağı zararın, devlet tarafından ödem  tazmin şekli gösterilecektir. Bu
zarar oranlanırken  ön görülürken, gelecekteki kazanç ihtimalleri hesaba
katılmaz. “15
Tüm bunların sonunda da, devletçilik, 5 Şubat 1937 tarihinde, CHP’nin diğer temel ilkeleriyle
birlikte anayasaya alınır: Anayasanın ikinci maddesine göre Türkiye, cumhuriyetçi, ulusçu,
halkçı, devletçi, laik ve devrimcidir...
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Türkiye’de devletçi uygulamalar bakımından 1932 yılı bir
kırılma noktasını temsil etmektedir. 1932 yılına bu özelliğini veren, bu yılın temmuz ayında,
ardı ardına çıkartılan yasalardır. Söz konusu yasalarla devlete, ekonomik yaşamla ilgili çok
büyük yetki ve olanaklar tanınmıştır. Örneğin 2 Temmuz 1932 tarihinde çıkartılan çay, şeker
ve kahve dışalımının tek elden yönetimine ilişkin yasayla hükümete, ilgili maddelerin
dışalımını tek elden yönetme yetkisi verilmektedir. Bu yasanın çıkartılması, devletin dış
ticarete karışmasına ilişkin önemli bir gelişme olarak kabul edilebilir. 3 Temmuz 1932
tarihinde çıkartılan bir başka yasaysa buğday fiyatını korumak ve düzenlemek için, hükümetin
gerekli gördüğü durumlarda, Ziraat Bankası’nın buğday alıp satabileceğini ve bu faaliyetten
dolayı bankanın uğrayacağı bir milyon liraya kadar olan zararın da hükümetçe karşılanacağını
hükme bağlar. Bunların yanı sıra, 9 Temmuz 1932 tarihinde çıkartılan bir başka yasa da
Türkiye limanları arasında düzenli posta seferleri yaparak yolcu, hayvan ya da eşya taşıma
işini devlet tekeline verir ve bu işte çalışan özel kişilere ait gemileri de isteğe bağlı olarak
devletleştirmeye tabi tutar.
Ancak bizce, bu bağlamdaki en önemli gelişme, kamu kesiminden özel kesime kaynak
aktarma görevini yüklenen Sınai ve Maadin Bankası’nın faaliyetlerine son verilmesidir. Sınai
ve Maadin Bankası’nın faaliyetlerine son verilmesiyle bu bankanın işletmecilik görevleri, 3
Temmuz 1932 tarihinde kurulan DSO’ya (Devlet Sanayi Ofisi), bankacılık görevleri de 7
Temmuz 1932 tarihinde kurulan Sanayi Kredi Bankası’na devredilir. DSO’yu kuran yasanın
gerekçesinde, büyük sanayi işletmelerin devletçe kurulup işletilmesinin bir zorunluluk olduğu
belirtilmekte ve DSO, devletin sanayi girişimlerinin kurulmasına proje hazırlayarak ve
projeleri uygulayarak yardım etmekle görevlendirilmekteydi. DSO, ayrıca Sınai ve Maadin
Bankası’nın yönetimi altında bulunan ve devlet  sermayesiyle kurulmuş tüm fabrikaları
yönetecek, hammadde üretim ve sürümünü artıracak girişimlerde bulunacaktı. Sanayi ve
Kredi Bankası’ysa sanayi kuruluşların kredi gereksinimlerini karşılamakla
görevlendiriliyordu.
1932 yılının temmuz ayında yaşanan bu gelişmeler, Türkiye’de devletçiliğe geçiş bakımından
bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir. Ancak 1932 yılının temmuz ayında varılan bu 16
noktadan bazı geri adımlar da atılacak, bir anlamda, bir “geriye dönüş” yaşanacaktır. Bunun
ardındaki temel nedense yaşanan gelişmelerin sermaye çevrelerinde yarattığı tepkidir. Bu
tepki, öncelikli olarak, Ekonomi Bakanı Mustafa Şeref [Özkan] Bey’i koltuğundan eder.
Mustafa Şeref [Özkan] Bey’in yerineyse sermaye çevrelerinin güvenini kazanmış bulunan İş
Bankası Genel  Müdürü Celal [Bayar] Bey atanır. Sözünü ettiğimiz geri adımlar da Celal
[Bayar] Bey’in ekonomi bakanı olmasından sonra gündeme gelir.
Bu gerilemelere ilişkin ilk önemli gelişme, Türkiye limanları arasında düzenli posta seferleri
yaparak yolcu, hayvan ya da eşya taşıma işinin devlet tekeline verilmesiyle ilintili olarak
yaşanır. Bu durumu hükme bağlayan yasa, 29 Mayıs 1933 tarihinde, yerini, Denizyolları
İşletme Kanunu’na bırakır. Yeni yasaya göre, Türkiye limanları arasında düzenli posta seferi,
yine, devlet tekelindedir. Ancak yeni yasanın gerekçesinde, eski yasanın, özel deniz ticaretini
ortadan kaldırmakta olduğu için eleştirildiğine işaret edilerek, özel deniz ticaretini
canlandırma gereğine dikkat çekilmektedir. Özel deniz ticareti canlandırılırken de  yıkıcı
rekabetin yeniden doğmasını önlemek için belirli bir tarife uygulanacak, çok sayıda özel
işletme varken tarifenin uygulanması olanaksız olduğundan da armatörlerin bir anonim şirket
halinde birleşmeleri gerekecektir. Bu gelişme, “tekel”den yarı “tekel”e doğru bir dönüşe işaret
etmektedir.
Söz konusu gerilemelere ilişkin bir başka gelişme de Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun özel
sanayicilere tanıdığı, ancak Sanayi ve Kredi Bankası’nın kurulmasıyla birlikte kaldırılan
gümrük bağışıklıklarının, 3 Haziran 1933 tarihinde, yeniden tanınmasıyla gündeme gelir.
Ancak hammaddelere ilişkin gümrük bağışıklıklarından yararlanmak için, Teşvik-i Sanayi
Kanunu’nda bulunmayan bazı yeni koşullar da getirilmiştir. Bağışıklıktan yararlanacak
girişimcinin faaliyet alanında, ülke gereksinimine göre fazla üretim olmaması ve
hammaddeleri kısmen ya da bütünüyle dışarıdan sağlanan sanayi kolunun ülkeye sağlayacağı
yararın, bağışıklık vermek yoluyla korunmaya değer olması bu koşullardandır. Bir başka
koşulsa bağışıklıktan yararlanan kurumların, dışarıdan aldıkları hammaddeler nedeniyle yurtta
yetişen ve dışarıdan alınanlarıyla aynı nitelikte olan ham veya yarı mamul maddelerin
gelişimine engel olunmamasına ilişkindir.
Bu bağlamdaki bir başka gelişmeyse DSO ve Sanayi ve Kredi Bankası’nı kuran yasaların
yürürlükten kaldırılması ve bu iki kuruluşun, 3 Haziran 1933 tarihinde, Sümerbank’ın
bünyesinde birleştirilmeleridir. Kamu kesimi kalkınma bankası niteliği taşıyan Sümerbank’ın 17
temel işlevlerinden biri, varolan sanayi tesisleri yönetmek ve yeni tesisler kurmaktır.
Sümerbank, bunun yanı sıra, ulusal ekonomiye katkıda bulunacak sanayi kuruluşlara
katılmakla, özel kuruluşlardaki devlet katılım paylarını yönetmekle ve DSO’dan devralacağı
fabrikaları işletmekle görevlendirilmiştir. Sümerbank, devlet sermayesiyle kurulacak tüm
sanayi kuruluşlarının etüt ve projelerini de hazırlayacak, bunları kuracak, yönetecek, sanayi
kesimi için gerekli işgücünü yetiştirecektir.
Aktarmaya çalıştığımız bu gelişmeler, devletçilik anlayışında 1930’lu yılların başında
yaşanan dönüşümleri açık bir biçimde yansıtmaktadır. Kanımızca, bu gelişmeler içerisinde en
çarpıcı olanı, Sümerbank’ın kuruluşudur. Sümerbank’ın kuruluşunu öngören yasa, DSO ve
Sanayi ve Kredi Bankası’nı kuran yasaların temsil ettiği devletçi anlayışın gerisindedir.
Ancak bu, Sınai ve Maadin Bankası’nı kuran liberal anlayışa dönüldüğü anlamına gelmez.
Farklı bir deyişle, bir geriye dönüş vardır, ama bu geriye dönüş, tam değildir. Kanımızca, özel
girişimi desteklemeye yönelik olarak kurulan Sınai ve Maadin Bankası’ndan, katı bir
devletçiliği yansıtan Sanayi ve Kredi Bankası’na uzanan, oradan da daha ılımlı bir devletçiliği
ifade eden Sümerbank’a varan çizgi, devletçilik anlayışında 1930’ların başında yaşanan
dönüşümleri izlemek için yeterlidir.
1933 yılından 1939 yılına kadar egemen olan korumacı – devletçi politikaların, ekonominin
pek çok alanında uygulama alanı bulduğu söylenebilir. Örneğin, tarım kesimi, devletçi
politikaların yoğunlaştığı temel alanlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ziraat
Bankası’na üreticiden buğday satın alma yetkisinin tanınması, ürünlerin fiyatlarının ve alım
yerlerinin saptanmasının hükümete bırakılması, tarım kesimine yönelik bu türden
uygulamaların en önemlilerindendir. Bunun yanı sıra, tarım kesiminde devlet işletmelerinin
piyasaya fiilen egemen olması da altı çizilmesi gereken bir başka noktadır. Daha çok
şekerpancarı ve pamuk örneğinde karşılaşılan bu durum, tarımsal hammaddeyi kullanan
sanayinin büyük ölçüde devlete ait olması nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Tarım  kesiminin
yanı sıra, hizmetler kesiminde de devletçi uygulamalara rastlanır. Örneğin, faiz hadlerinin
hükümet tarafından belirlenmesi yoluyla ortaya çıkan bankacılık alanındaki devletçilik
uygulamaları, bu kapsamdaki önemli örneklerdendir. Ancak devletçi uygulamaların en yoğun
olarak yaşandığı alanın sanayi kesimi olduğu, kanımızca, açıktır. Bu dönemde devlet, sanayi
kesiminde hem yatırımcı, hem de işletmeci olarak yerini alır. Türkiye Cumhuriyeti’nin
ekonomik alandaki hedefinin kalkınma olması, kalkınma için de sanayileşmeye bel
bağlanması, bu durumu anlamak için yeterli gözükmektedir. Bunun üzerine, Türkiye 18
Cumhuriyeti’nin Osmanlı Devleti’nden sanayi alanında, neredeyse yalnızca sanayileşme
özlemini miras olarak almasını ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu  alanda anlamlı bir
gelişmenin yakalanamamasını eklemek yerinde olacaktır.
Sanayi kesiminde devletçi uygulamaların temel yapı taşını BBYSP (Birinci Beş Yıllık Sanayi
Planı) oluşturmaktadır. 1933 yılında hazırlıkları tamamlanan ve 1934 yılında uygulamasına
geçilen BBYSP’nin temel amacı, ülkenin gereksinim duyduğu sanayiyi oluşturmaya
dönüktür. Bu noktada, itici güç olarak, Türkiye’nin, yalnızca hammadde üreticisi bir ülke
konumunda kalmaması gereği gösterilir. BBYSP, gereksinim duyulan sanayinin oluşturulması
sırasında devletin yükleneceği etkin rolü de, ülkede ekonomik bir devrim gerçekleştirmeye
yarayacak araçların yetersizliğiyle açıklar. Devlet, bu yetersizlik karşısında, iktisadi
gelişmenin gerektirdiği önlemlerle doğrudan ilgilenmek zorunda kalmıştır.  Bu durumda,
BBYSP’nin temel amacı, devlet eliyle bir sanayi yaratmak biçiminde özetlenebilir.
BBYSP’yle yaratılacak sanayi içinde, özellikle dışalım konusu olan temel tüketim mallarının
üretimine öncelik verileceği anlaşılmaktadır. Bunun yanı sıra, BBYSP, hammaddeleri ülkede
bulunan ya da bulunması olanaklı olan sanayi kollarını ele alır. Bu sanayi kolları, BBYSP’de,
dokuma sanayi, maden sanayi, kağıt sanayi, cam  – porselen sanayi ve kimya sanayi olarak
sıralanmaktadır. BBYSP’de bu sanayi kollarının büyük sermaye ve ileri bir tekniği
gereksediği belirtilerek, kuruluşları devlete bırakılmıştır. Ayrıca kurulmasına karar verilen
sanayinin üretim kapasitesi, ülkenin üretim ve tüketim kapasitesiyle orantılı olarak seçilmiştir.
Bu nedenle, sanayi ürünlerinin dışsatımı, planın amaçlarının dışında kalmaktadır.
BBYSP’de Sümerbank tarafından kurulması öngörülen fabrikaların finansmanı için 41,5
milyon, İş Bankası tarafından kurulması öngörülen fabrikaların finansmanı için de 2,4 milyon
lira gerektiği saptanmıştır. Böylece, planın finansmanı için gereken tutar yaklaşık 44 milyon
lira olarak hesaplanmıştır. Bu arada, Sümerbank tarafından kurulması öngörülen fabrikaların
finansmanında kullanılmak üzere, SSCB’den kredi alınması da kararlaştırılmıştır. 10,5 milyon
lira olarak saptanan bu kredi, 1934 yılını izleyen 5 yıl içinde, her yıl bütçeden ayrılacak 6
milyon lirayla geri ödenecektir.
BBYSP’de öngörülen yatırımların büyük bölümünün dokuma sektörüne ayrıldığı
görülmektedir. BBYSP’de dokuma sektörü için öngörülen yatırım, öngörülen toplam
yatırımların yaklaşık yüzde 50’sidir. Öngörülen toplam yatırımların yaklaşık yüzde 27’si de 19
madencilik sektörü için ayrılmış, yaklaşık yüzde 12’yle kağıt sanayi, yaklaşık yüzde 5’le
kimya sanayi ve yine yaklaşık yüzde 5’le cam sanayi, maden sanayini izlemiştir.
BBYSP’nin başarılı bir biçimde yürümesinin ardından, 1936 yılında, İBYSP (İkinci Beş
Yıllık Sanayi Planı) hazırlanır. İBYSP, BBYSP’nin tersine, ara ve yatırım mallarının
üretimine öncelik veren bir plan görünümündedir. İBYSP’de önerilen sanayi kolları, bu
durumu açık bir biçimde yansıtır. Söz konusu sanayi kollarıysa maden sanayi, maden kömürü
sanayi, bölge elektrik santralleri sanayi, konut yakacakları sanayi, toprak sanayi, gıda sanayi,
kimya sanayi, mekanik sanayi ve denizcilik sanayidir.
İBYSP, BBYSP gibi ülkenin ekonomik yapısına ve koşullarına uygun olan ve büyük
sermayeyle ileri bir teknolojiyi gerekseyen, ayrıca hammaddesi de bütünüyle ülke içinde
bulunan sanayi kollarını içermektedir. Bunun yanı sıra, İBYSP, ülke içinde sürümü az, ancak
dışarıda geniş bir tüketim alanı bulunan madenlere özellikle eğilmekte, BBYSP’ye göre
kurulmakta olan fabrikaların yarı mamul mallarını işleyecek yeni fabrikaların oluşturulmasını
içermekteydi. Bu bakımlardan, İBYSP’nin, kendi kendine yeterlik ilkesine önem veren
BBYSP’nin doğal bir uzantısı olduğu söylenebilir.
İBYSP, yaklaşık 107 milyon lirayla 112 milyon lira arasında bir yatırımı öngörmektedir. Söz
konusu yatırımların madencilik ve maden kömürü alanlarında yoğunlaştığı anlaşılmaktadır;
bu iki alana ayrılan yatırım tutarı, toplam yatırımların yaklaşık yüzde 40’ıdır. Madencilik ve
maden kömürü alanında yapılacak yatırımları, yaklaşık yüzde 16’yla kimya sanayi, yüzde
14’le elektrik santralleri sanayi ve yüzde 12’yle de denizcilik sanayi  alanlarında yapılacak
yatırımlar izlemektedir.
Sonuç:
Atatürk dönemi ekonomik anlayışı dış pazarlara ve yabancı ekonomilere bağımlılığın kaldırıp
milli ekonominin kurulmasını amaç edinmiştir. Ekonomide düzelmenin sağlanması için
gerekli olan hamlelerden biriside özel girişimciliğin ve özel sektörün yoktan var edilmesi
gerekliliğidir. Çünkü Osmanlı toplumunda çok kıt olan özel sermaye, büyük ölçüde
Müslüman olmayan azınlıkların elindeydi. Bu çerçevede bir Türk girişimci sınıfının da, yine
devlet aracılığıyla yaratılması kaçınılmaz bir hedef olarak görünmektedir. Bunun yolu da 20
devletin temel stratejik sanayiler olarak bilinen demir-çelik, tekstil, kimya, v.s. kurması daha
ileri bir aşamada bunları özel sektöre devretmesi ve özel girişimcilere kredi, vergi muafiyeti
gibi kolaylıklar sağlaması olarak düşünülmüştür. 1923-1929 yılları tarımsal üretim
bakımından “altın yıllar” olarak görülebilir. Savaş koşullarından %50 dolayında üretim
düşmeleri gözlenen başlıca ürünlerde savaş öncesi üretim hacmine 1923’ü izleyen bir iki yıl
içinde ulaşıldı. Bu olumlu gelişmede, Anadolu’nun erkek nüfusunun yeniden toprağa
dönmesine imkân veren barış koşulları en önemli rolü oynamakla birlikte, tarıma dönük
olumlu politikaların fiyat ve vergi değişkenleri yoluyla çiftçiler lehine kaynak yaratma
sonuçları da belirleyici olmuştur. Özellikle Batı Anadolu’da nüfus mübadelesinin yarattığı
değişmeler bazı ticari ürünlerin olumsuzluğa sebep olsa da sinai büyüme hemen hemen iki
katı büyüme hızına ulaşmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder