16 Mayıs 2012 Çarşamba


1
14. Hafta: TÜRK DEVRİMİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Özet:
Türk Devrimi ve önderlik kadrosu Fransız Devrimi ve bunun geliştirdiği düşüncelerden büyük
çapta etkilenmişlerdir. Ulusçuluk, ulusal egemenlik, eşitlik, laiklik, jakobenizm, pozitivizm,
rasyonalizm vb. Sömürgeciliğe karşı bir ayaklanma olan Amerikan Devrimi ile emperyalizme
karşı gerçekleşen Türk Devriminin birinci aşaması olan Kurtuluş hareketi arasında da
paralellikler vardır. Nihayet sınıfsal ve ideolojik içerikleri farklı olmakla birlikte Sovyet
Devrimi ile Türk Devrimi arasında da emperyalizme karşı çıkma noktasında anlamlı
benzerlikler kurulabilir. Türk Devrimi ideolojik ve politik olarak farklı şekillerde
değerlendirmelere, yorumlamalara konu olmuştur. Bunları şu şekilde sınıflandırmak
mümkündür. Sırasıyla “Çağdaşlaşma tezleri”, “Muhafazakar-İslamcı görüşler”, “Popülist ve
liberal eleştiri” ve “Marksist yaklaşımlar”. Bu farklı yaklaşımlar arasında kalın duvarlar
yoktur. Bazı yorumlar birden fazla kanalda görülebilmektedir. Bu derste bu görüşlerin ve
yaklaşımların Türk Devrimini yorumlama biçimleri üzerinde durulacaktır.
14. Hafta: TÜRK DEVRİMİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
“Türk Devrimi”, Türkiye Cumhuriyeti tarihi yazınında “Atatürk Devrimi”, “Kemalist
Devrim”, “Cumhuriyet Devrimi”, “1923 Devrimi” ve benzeri adlarla da anılır. Ancak hangi
adla anılırsa anılsın – ki burada Türk Devrimi tercih edilmiştir – ifade edilmek istenen genel
hatlarıyla aynıdır: Geleneksel bir imparatorluktan, modern bir ulus devlete “geçiş” ve bu
geçişin beraberinde getirdiği “dönüşümler”... Bu bakımdan, Türk Devrimi’nin tarihi, büyük 2
ölçüde, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişin ve bu geçişle birlikte
yaşanan dönüşümlerin tarihidir.
1
Türk Devrimi’ni iki aşamalı bir süreç olarak değerlendirebiliriz. Bir diğer deyişle Osmanlı
İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş ve bu geçişle birlikte yaşanan dönüşümler
iki temel aşama gerçekleşir. İlk aşama “ayaklanma” (ihtilal) aşamasıdır. Bu ayaklanmada,
ayaklananın “Anadolu halkı” ya da en azından Anadolu halkının önemlice bir bölümü olduğu
görülür. Bu bakımdan ayaklanmanın öznesi Anadolu halkıdır. Ayaklanmanın nedeniyse
Anadolu coğrafyasının işgalidir; ayaklanma, Anadolu coğrafyasını “işgal” eden dış egemen
gücü hedef alır. Bu arada belirtmek gerekir ki bu ayaklanmayı tahrik eden, yönlendiren,
yöneten ve en sonunda bu ayaklanmanın 20. yüzyılın ilk bağımsızlık savaşına dönüşmesini
sağlayan bir “yönetici elit” de vardır. Özellikle bu yönetici elitin çabalarıyla, söz konusu
ayaklanma, yalnızca dış egemen güce karşı olmakla kalmaz; bilhassa ayaklanmanın sonlarına
yaklaşılırken, iç egemen gücü de kapsar biçimde genişler. İç egemen güçle ifade edilmek
istenense saltanat ve hilafet makamlarını bünyesinde birleşik olarak barındıran ve merkezi
İstanbul’da bulunan siyasal iktidardır. Bu çerçeve içinde düşünüldüğü zaman, ayaklanmanın
                                               
1
Türk Devrimi’nin tarihini konu eden bir çalışma kuşkusuz ki anlatımına bir noktadan başlamak durumundadır. Yukarıda
genel hatları açıklanan dönemleme denemesi çerçevesinde başlangıç noktasının birinci aşama içinde aranması gerekir.
Yukarıda da vurgulanmaya çalışıldığı gibi, birinci aşamayı belirleyen, Anadolu coğrafyasının işgali olduğuna göre, başlangıç
noktasıyla ilgili olarak “işgal” ekseninde bir tarih tespit etmek mantıklı gözükmektedir. Başkent İstanbul’un işgali, İzmir’in
işgali, işgal güçlerine karşı ilk direnişin gösterilmesi veya Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı gibi olayları işaret eden,
sembolik özellikli tarihler bir yana bırakılacak olursa, “Mondros Mütarekesi”nin imzalandığı tarih olan “30 Ekim 1918”, bir
başlangıç noktası olarak oldukça anlamlı gözükmektedir. Zira Mondros Mütarekesi, Anadolu’nun işgaline zemin hazırlayan
önemli bir hukuksal belge niteliğindedir... Bu türden bir yaklaşım çerçevesinde Mondros Mütarekesi’nin öncesine gidip,
Osmanlı İmparatorluğu özelinde 1. Dünya Savaşı’na uzanmak da mümkündür: Çünkü Osmanlı İmparatorluğu, Anadolu’nun
işgaline yol açacak bu mütarekeyi 1. Dünya Savaşı’nın sonunda,  1. Dünya Savaşı’nı kaybettiği için imzalamıştır... Yine
benzer bir yaklaşım içinde Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı’nda yer almasına ve bu savaşta yenilmesine neden
olan gelişmeler de 1. Dünya Savaşı öncesinden başlanarak izlenebilir. Ancak bu türden bir anlatım, ne kadar geriye giderse
gitsin “30 Ekim 1918” tarihine “hızla” gelmek durumundadır. İster Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından, ister Osmanlı
İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı’na girişinden ya da Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı’nda yer almasına ve bu
savaşta yenilmesine neden olan gelişmelerden başlasın, böyle bir noktadan başlayan bir anlatım, Türk Devrimi’ne ve
özellikle de Türk Devrimi’nin ayaklanma aşamasına dair pek çok veri sunar; sunulan bu verilerle de konuya ilişkin pek çok
önemli noktanın açıklanmasını sağlar. Ancak böyle bir noktadan başlayan bir anlatımın içinden Türk Devrimi’nin özellikle
devrim aşamasını açıklamak bakımından anlamlı olabilecek verileri ayıklamak epey zordur. Hatta böyle bir noktadan
başlayan bir anlatım, bu türden bir açıklama için yetersiz bile kalabilir. Örneğin Türk Devrimi’nin devrim aşamasının çok
önemli sorunsallarından biri “ideoloji”ye dairdir. Oysa ideolojiye dair anlamlı verilere bu anlatımın içinden ancak çok büyük
zorluklarla ulaşılabilir; hatta bazı anlatımlarda bu türden verilere ulaşmak imkânsız bile olabilir. Aslında böyle bir noktadan
başlayan bir anlatımla, yalnızca Türk Devrimi’nin devrim aşamasına değil, ayaklanma aşamasına ilişkin kimi noktaları
açıklamak da zor olur. Örneğin ayaklanmanın Anadolu halkıyla birlikte öznesini teşkil eden “yönetici elit”in nasıl ortaya
çıktığı sorusuna böyle bir anlatım içinde yanıt üretmek hiç kolay olmaz ve hatta bazı anlatımlar özelinde bu soruya yanıt
üretmek imkânsızlaşabilir. Verilen örneklerden yola çıkılırsa, “yönetici elit” gökten zembille inmediğine ve “ideoloji” de bir
vahiy olarak gelmediğine göre, başka bir noktadan başlayan bir anlatımla, yukarıda ana hatlarına değinilen anlatımı,
tamamlamak ve desteklemek gerekir. Bu türden tamamlayıcı ve destekleyici bir anlatımın Osmanlı İmparatorluğu’nun en
azından son yüzyılını – 19. yüzyılını – betimlemek ve aynı zamanda açıklamak zorunda olduğu ortadadır. Ayrıca bu anlatım,
betimleme ve açıklamalarını yaparken, Osmanlı  İmparatorluğu’nun 19. yüzyılını, en azından dünyanın 18. yüzyılının son
çeyreğiyle 19. yüzyılı içinde değerlendirmelidir. Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyılını, dünyanın yaşadığı 18. yüzyılın
son çeyreğiyle 19. yüzyıldan izole etmeden ele alan bir betimleme ve açıklama denemesi, odaklanma sorunu taşıdığı zaman,
amacından kolaylıkla sapabilir. 3
temel öznesi olarak, Anadolu halkının yanı sıra, söz konusu yönetici eliti de “ayrıca” hesaba
katmak gerekir.
Türk Devrimi’nin ikinci aşamasıysa Osmanlı İmparatorluğu’nun bir anlamda tarihe
karışmasına ve onun yerine Türkiye Cumhuriyeti devletinin yapılandırılmasına ilişkin bir dizi
olayı bünyesinde barındırır. Bu nedenle bu aşama “yıkılma”nın ve aynı zamanda “yeniden
yapılanma”nın izlerini taşır.
Türk Devrimine Yönelik Yorumlar ve Yaklaşımlar
Türk Devrimi ve önderlik kadrosu Fransız Devrimi ve bunun geliştirdiği düşüncelerden büyük
çapta etkilenmişlerdir. Ulusçuluk, ulusal egemenlik, eşitlik, laiklik, jakobenizm, pozitivizm,
rasyonalizm vb. Sömürgeciliğe karşı bir ayaklanma olan Amerikan Devrimi ile emperyalizme
karşı gerçekleşen Türk Devriminin birinci aşaması olan Kurtuluş hareketi arasında da
paralellikler vardır. Nihayet sınıfsal ve ideolojik içerikleri farklı olmakla birlikte Sovyet
Devrimi ile Türk Devrimi arasında da emperyalizme karşı çıkma noktasında anlamlı
benzerlikler kurulabilir.
Türk Devrimi Prof. Toktamış Ateş’e göre  yarı teokratik bir ortaçağ devletinden halk
egemenliğine dayalı laik ve çağdaş bir devlete dönüşümün tarihidir. Türk Devrimi ideolojik
ve politik olarak farklı şekillerde değerlendirmelere, yorumlamalara konu olmuştur. Bunları
şu şekilde sınıflandırmak mümkündür. Sırasıyla “Çağdaşlaşma tezleri”, “Muhafazakar-
İslamcı görüşler”, “Popülist ve liberal eleştiri” ve “Marksist yaklaşımlar”. Bu farklı
yaklaşımlar arasında kalın duvarlar yoktur. Bazı yorumlar birden fazla kanalda
görülebilmektedir.
1) Çağdaşlaşma Tezleri
Bu başlık sonrakilerden farklı olarak ideolojik ve politik bir saflaşmaya ilk başta işaret etmez
gibi görünür. Bu izlenim doğrudur. Çağdaşlaşma eksenli tezler  çok geniş bir repertuar
oluşturur.  Türk Devrimi ile ilgili yorum getiren Türk ve yabancı yazarların büyük kısmı
burada yer alırlar. Ancak Türk yazarlardan bu gruba girenlerin önemli bir kısmının ortak bir
ideolojik-politik bakışları vardır. Buna kısaca Kemalizm ya da Atatürkçülük denebilir. 4
Eski dilde çağdaşlaşma kavramı muasırlaşma, asrileşme, muasır medeniyet, muasır medeniyet
seviyesi gibi sözcüklerle ifade ediliyordu. Ziya Gökalp, Mustafa Kemal ve erken Cumhuriyet
dönemi resmi belgeleri bu deyimleri kullandılar. Ancak Ziya Gökalp’te muasırlaşma
mefkuresi kısmiydi, hars (kültür) unsurunu içermiyordu.  Mustafa Kemal’in ve radikal
cumhuriyetçilerinkiyse bütünseldi. Kültür ve zihniyet dünyasını kucaklıyordu. Asıl vurgu
buradaydı.
Çağdaşlaşma ile adres Garp medeniyeti olarak belirleniyordu.  Fakat Cumhuriyet’in ilk
yıllarında resmi dil ve belgelerde bu açıklık pek görülmüyordu. Batı emperyalizmine karşı
mücadeleden yeni çıkılmış olmasının, tutuculuğu ürkütmeme niyetinin bunda payı vardı.
Sonraki yıllarda batılılaşma deyimi literatürde öne çıkmaya başladı. Nail Kubalı, Tarık Zafer
Tunaya , İsmet Giritli, Mümtaz Turhan gibi yazarlar bu kavramı kullanıyorlardı. Bazı
muhafazakar yazarlarsa kısmi batılılaşmayı yeğliyorlardı.
Çağdaşlaşma ya da modernleşme terimleri anahtar kavramlar haline gelmiştir. Niyazi Berkes,
T.Z. Tunaya, Bahri Savcı, Taner Timur, Doğan Avcıoğlu, Suna Kili gibi yazarlar çağdaşlaşma
kavramını benimsediler. Bazıları da hemen hemen aynı anlamda olmak üzere modernleşme
terimini kullandılar (ismet Giritli, Münci Kapani, Metin Heper, Ali Yaşar Sarıbay vb)
Yabancı yazarlar ya da Batı dillerinde yazan Türkler ise zaten modernleşme terimini
kullanmak durumundaydılar.
Çağdaşlaşma tezleri açısından bakıldığında Türk Devrimi’ne yönelik yorumlamalarda bazı
vurguların öne çıktığı görülür. Bunları şu şekilde sınıflandırmak mümkündür.
a) Ulusçuluk vurgusu erken Cumhuriyet döneminde oldukça yaygındır.  
b) Bağımsızlaşma ve uluslaşma da en çok vurgu yapılan konular arasındadır. Berkes,
Kili, Macit Gökberk, Giritli toplumsal devrimlerin çağdaşlaşmadaki önemi özellikle
Berkes ve Avcıoğlu’nda ön plandadır. Münci Kapani modernleşme tezinin hemen
yanına demokrasiye hazırlık perspektifini eklemektedir.
c) Çağdaşlaşma tezinde birleşenlerin en çok gönderme yaptıkları alt kavramlar kültürel
düzlemdedir. Laiklik bunların başında gelir. Hümanizma (Doğan Kuban), Türk
Hümanizması (Suat Sinanoğlui İ. Giritli), Türk Rönesansı (Özer Ozankaya), 5
Aydınlanma (Macit Gökberk, Server Tanilli, Bedia Akarsu) gibi vurgulamalar da aynı
doğrultudadır.
Çağdaşlaşma tezleri aslında Batı uygarlığına katılma, uygarlaşma tezleridir. Bu görüşteki
yazarlar arasında üçüncü yol tezlerine de bazen rastlanmaktadır. Örneğin Kadro Dergisi
(1932-34) etrafında buluşan çoğu eski Marksist aydınlar Türk Devrimi’nin ideolojik yapısını
belirlemeye çalışmışlardır. Bunlara göre sınıf iktidarlarına ve sınıf devletlerine yol açan
kapitalizm ve sosyalizm Türkiye’nin önündeki seçenek değildi. Baş çelişki emek-sermaye
arasında değil, emperyalizm ile ezilen uluslar arasındaydı. Ulusal kurtuluş savaşları ve sonrası
bunun mihenk taşıydı. Bunun için kurtuluştan sonra sınıf mücadelelerine girmemek
çatışmasız ve çelişkisiz bir toplum düzeni sınıf mücadelesine girmeden kurmak ana hedef
olmalıydı.
Türk Devrimi’ni çağdaşlaşma modeli kavramı çerçevesinde yorumlayan yazarların önemli
bölümü bu dönüşümün dinamiklerini açıklarken Önder’in ve seçkinlerin  rolüne işaretle
yetiniyorlardı. Bazıları da askeri elitlerin rolünü vurgulamaktadırlar. Bunun yanında Türk
çağdaşlaşmasını açıklarken kitlelerin ve toplumsal etkenlerin rolünü belirtenler de var.
İlginçtir tek partili dönem ideologlarından sayılan Mahmut Esat Bozkurt Türk Devrimi
gerisindeki güçleri sayarken Mustafa Kemal, Aydınlar ve Halk üçlemesine yer veriyor, Recep
Peker de halktan gelerek şeklinde bir ekleme yapma gereği duyuyordu. Çağdaş siyasal
bilimciler arasında kitlelerin rolünü en ayrıntılı biçimde işleyenlerin başında T.Z. Tunaya
gelir. Tunaya’nın dinamikler şemasında Halk, Batı ve Saraydan sonra üçüncü kuvvet olarak
sahne önündedir.
2) Muhafazakar-İslamcı Görüşler
Türk Devrimi’ne radikal eleştiri ve reddiye esas olarak bu kanattan gelmiştir. Bugün bunlar
genel olarak İslamcı görüş başlığı altında kendilerini tanıtmaktalar. Tek partili dönemden
1960’lara kadarsa bu görüşlere ve Kemalist Devrim eleştirilerine öncülük edenler kendilerini
muhafazkar-milliyetçi olarak sunmuşlardı. Bugün milliyetçi-muhafazakar çizgi İslamcı
kanattan belli ölçüde ayrılmış olup genelde merkez sağ partiler ve akımlarca temsil ediliyor.
İslamcı görüşler arasında da Türk Devrimi eleştirisi konusunda farklılıklar vardır. Burada
sadece eleştirel ve reddiyeci tezler ele alınacaktır. İslamcı görüşlerin Türk Devrimi eleştirisi 6
en çok şu noktalarda yoğunlaşmıştır. Uluslaşma, laikleşme, kültür politikaları ve kurumsal
değişiklikler (hilafet, tevhid-i tedrisat ve Milli Eğitim vb.)
Muhafazakar-İslamcı eleştiride iki sivri ok fark edilmektedir. Yabancılaşma ve keyfi
dayatmacılık.  Ali Fuat Başgil, 1960 sonrası ve üniversite dışına dönük yayınlarında Türk
Devrimini “taklitçilik, kopyacılık ve tercümecilikle” suçluyordu. Aynı doğrultuda şu
formülasyon da bu çevrelerde paylaşılır: “Türkiye batılılaştıkça batmış, sömürgeleşmiş,
yabancı emellere alet olmuştur”
Yabancılaşma tezi ile kastedilen görüşlerin özü budur. Keyfi dayatmacılık eleştirilerine
gelince bu görüşler de yine Ali Fuat Başgil tarafından “otoriter bir idarenin indi ve zümreci
görüşleri” “din ve maneviyat düşmanlığı” şeklinde dile getirilmiştir. Nurettin Topçu aynı
paralelde istibdattan söz etmekteydi. Ahmet Kabaklı “milleti terbiye etmek ve yeniden
yaratmak iddiasını” eleştiriyordu.
Muhafazakar-İslamcı eleştiri en çok laiklik ve din konusunda duyarlı olmuştur. Din devlet
ayrımını İslam’a aykırı bulup reddedenler kadar bu ayrılığın aldığı özel biçimi eleştirenler de
vardır. Gerçekten kimi yazarlar bu ayrılığa cepheden karşı tavır alırlarken bazıları söz konusu
ayrılığın laiklikle de uzlaşmadığı kanısındadırlar. İkinci yaklaşıma örnek olarak Başgil
verilebilir. Başgil’e göre laiklik din ve devletin ayrılığı ve birbirlerinin işlerine karışmama
esasına dayanır. Oysa Türk Devrimi ile “tam ve saf laikliği getirecek yerde 1924’ten beri eski
dine bağlı devlet sisteminin tam zıddı olan ve ifrattan tefride gidişi andıran devlete bağlı din
sistemine gelinmiştir. Görüldüğü gibi bu eleştiri köktenci İslamcı tezlerin savunduğu teokratik
esaslardan ayrı düşmektedir.
Bu eğilimdeki yazarlar dinsel alanla ilgili bazı uygulamaları da laikliğe aykırılıklar
noktasından yargılamışlardır.  Örneğin Eşref Edip dini cemaat oluşturma yasağını, ibadetin
Türkçe yapılmasını eleştirirken bu yargılarını laiklik noktasına da oturtmakta laik devlet din
konusunda konuşmaz formülünü hatırlatmaktaydı.
Günümüzde İslamcı düşünce bu eleştirileri ve tavırları esasta sürdürmekle birlikte reddiyeci
kanatlarının köktenciliği dışında uzlaşmacı ve Türk Devrimi’ni bir veri olarak kabullenici
eğilimleri de bünyesinde bulundurmaktadır. 7
Türk Devrimi’nin dinamikleri konusunda da muhafazakar görüşler şu noktada buluşur.
Devrim küçük bir azınlığın hatta tek başına kişinin halka kendi sübjektif tercihlerini
dayatması olayıdır. Kemalist seçkinci tezlerden farklı olarak burada Devrim olgusu
olumsuzlanmaktadır.
3) Popülist ve Liberal Eleştiriler
1960’lardan günümüze Osmanlı-Türk tarihini  ve özellikle Devrim dönemini bürokrasi-halk
çelişkisi ekseninde gören bürokrasiyi egemen ve ezen güç, halkı ise güdümlenen ve mağdur
edilen kitle sayan bir tahlil çizgisi vardır. Bunlar genelde sol adına ortaya sürülmüştür. Asya
Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) teorisi de buna bir ölçüde kaynaklık etmiştir.
Liberal görüşler ise yukarıdakilerle bazı noktalarda buluşmakla birlikte sol iddia taşımayan
klasik bireyci eleştirilerdir. Bunlar da genelde Türk Devrimi’ni anti-liberal ve tepeden inmeci
sayarak olumsuzlarlar. Liberal eleştiri sol adına üretilen popülist görüşlerden önce de vardı.
Serbest Fırka girişimi, Ahmet Ağaoğlu kısmen Ali Fuat Başgil, Ahmet Hamdi Başar vb.
Popülist ve liberal eleştirilerin daha iyi kavranması için bunların tarihsel dinamikleri üzerinde
durmak gerekir.  Liberal eğilimli A. H. Başar’a göre “Kemalist inkılabı” yapanlar
kapıkullarıydı. Sol’da tanınan ünlü romancı Kemal Tahir için “Atatürk de, Mustafa Kemal de
bizim toplumumuzda bazı işler yapmış bir asker paşasının önce ve sonra taşıdığı addır.”
Mehmet Ali Aybar Devrim dönemi CHP’sini İttihat ve Terakki’nin takipçisi “merkezci,
tekelci, ceberut Osmanlı tipi devletten yana” bir güç olarak nitelendirmiştir. Popülist
teorisyenlerin başında gelen İdris Küçükömer “batıcı-laik grup” olarak bürokratlarla,
“doğucu-İslamcı halk cephesinden” söz etmekteydi.  Murat Sarıca Kurtuluş Savaşını
yönetenlerin “kendilerini kurtarmak için devleti kurtarmak zorunluluğu duyan bürokratların
yurtsever kolu” olduklarını bunu izleyen reformlar döneminde de asker-sivil bürokratların
egemen güç durumunda bulunduklarını yazıyordu.
Bürokratik/halk çelişkisi tahlilleri ve bürokrasi güdümünde yukardan aşağı oluşturulan tarih
anlayışı 1960’ların ortanın solu çizgisinde ve günümüz bazı liberallerinde egemendir.
Yazarların bazılarında Batılılaşma eleştirisi dikkat çekiyor. Kemal Tahir’e göre batılılaşma
batı sömürüsünü uygulamak,  Fikret Başkaya Cumhuriyet dönemini son iki yüzyıllık 8
tarihimizin bir sömürgeleşme tarihi olduğu iddiasındadır. Mehmet Ali Aybar da kaba bir batı
taklitçiliğinden söz eder.
Türk Devrimi’nin Halk unsuru karşısındaki tutumu da genellikle bu görüş taraftarlarınca
olumsuzlanmaktadır. Batılılaşma tarihimizle bağları koparmıştır (Kemal Tahir); tepeden
inmeci ve ceberut Osmanlı tipi anlayıştır (M. Ali Aybar); reformlar halkın inançlarına karşı
çıkmıştır (M. Sarıca); halkın büyük kısmı üst kültür devrimi hareketini kabul etmemiştir (İ.
Küçükömer). Özellikle Küçükömer’e göre hukuktaki değişmeler alt yapı üzerinde de olumsuz
bir etkide bulunmuştur. Çünkü bunlar bir yandan temel çelişkinin (emek/sermaye) ortaya
çıkmasını önlemiş, öbür yandan da  ekonomik gelişmeyi engelleyici bir rol oynamışlardır.
Liberal kanattan gelen eleştirilerde Kemalizm’in sivil topluma karşı olduğu tezi yaygındır.
Ahmet İnsel’e göre asıl amaç çağdaşlaşmak değil devletin toplum üzerinde daha yakın
tahakküm kurmasını sağlamaktır. Devrimcilik ilkesi otoriter reformizmin ideolojik aracıdır.
Ancak liberal kanatta Kemalist devrimi modernleştirici değerlendirenler de vardır (Şerif
Mardin vb.)
Popülist ve liberal eğilimlerin Türk Devrimi karşısındaki ortak paydası bu hareketi
olumsuzlamaktır. Sol görünümlü popülist eleştiride biçimsel devrim, üst yapı devrimciliği
gibi temalar ağırlıklıdır. Liberal eleştirinin okları ise daha çok otoritarizme yöneliktir.
Jakobenizm ve tepeden inmecilik ya da halka rağmencilik noktalarında odaklaşmaktadır.
4) Marksist Yaklaşımlar
Dünya ve Türkiye Marksist çevreleri Türk Devrimi üzerinde önemle durmuşlardır. Burada
sınıfsal tahliller, emperyalizmle olan karşıtlıklar, halkın rolü, Kemalist reformların ilerici
niteliğinin vurgulanması özellikler dikkat çekicidir. Ulusal Kurtuluş Savaşı bu çevrelerce
dünya emperyalist sistemine indirilmiş esaslı bir darbe olarak görülür. Marksist tahlilerde bu
savaşın sınıfsal bir niteliği olduğu, ulusal burjuvazi önderliğinde verildiği belirtilir. Bu güç
ticaret burjuvazisi, orta sınıf ya  da orta ve küçük burjuvazi şeklinde sınıflandırılmaktadır.
Harekete öncülük eden ve onu örgütleyen eşraf ve asker sivil aydınlar bu meyanda
görülmektedir. Kurtuluş hareketinin sınıfsal niteliğini belirlemede burjuva devrimci Türkiye
(Stalin), Türkiye’de burjuva milli devrimi şeklinde tanımlamalar yapılmıştır.9
Marksist tahliler Türk Devrimi’nin getirdiği köklü reformları da olumlu ve tarihi ilerletici
karakterde bulmaktalar. Saltanat ve hilafetin kaldırılması, cumhuriyetin ilanı, laiklik ve
Medeni Kanun gibi temek hukuksal dönüşümler emperyalizmin ve feodal gericiliğin
geriletilmesi ulusal-burjuva demokratik devriminin yükselişi olarak yorumlanmıştır.
Üstyapıdaki dönüşümlerin sosyo-ekonomik altyapıya etkilerine de işaret edilmiştir. Buna göre
Türkiye gibi geri kalmış ve din devlet gelenekleri çok güçlü ülkelerde burjuva devrimi sosyoekonomik yapıdan pek beklenemezdi.  Devletin alacağı bir kararla büyük sanayi de
kurulamazdı. Ama siyasal iktidar darbeleriyle kapitalizme, çağdaşlaşmaya ve sanayileşmeye
giden  yolu tıkayan üstyapılar yıkılabilirdi. Kemalizm ve onun önderi bu zorunlu sürecin
başarılı önderi konumundadır.
Marksist tahlil devlet ve toplum ilişkileri açısından da yukarda değinilen popülist eleştirden
farklı değerlendirmeler yapmaktadır. Bu açıdan devlet ve iktidar toplumu ilerletici tarihsel bir
işlev görmektedir.
Bireyin özgürleşmesi ve sivil toplum için ön koşulların oluşturulması açısından da Türk
Devrimi’nin olumlu hizmet gördüğüne işaret edilmiştir. Feodal ve arkaik ideolojilere karşı
girişilen mücadele bireyin ve aklın özgürleşmesine, demokratik sivil toplumun oluşmasına da
hizmet etmiştir.
Türk Devrimi’nin köklü reformlar döneminin itici ve gerçekleştirici gücü seçkinler ya da
aydınlardır. Marksistlerin bu konudaki bulguları diğerlerinden farklı değildir. Şu var ki
Marksist tahlillerde bu aydınların  sınıfsal açıdan burjuva oldukları ya da nesnel olarak
burjuvazinin görüşlerini de temsil ettikleri belirtilir.
Marksist tahlilin Kemalist Devrime yönelttiği eleştiriler temel toplumsal reformları
gerçekleştirememesi örneğin toprak reformu ya da devrimi yapamaması, sanayileşmede başarı
elde edemeyişi, öte yandan da emekçi halk kitlelerinin serbestçe örgütlenme hakkını
tanımayışı, işçi ve köylüleri ezen burjuva karakteri üzerinde yoğunlaşır. Emperyalizmle
sonradan uzlaşma şeklindeki tezler de bu eleştiriler içinde özel bir yer tutar (Mao).
BiLANÇO10
Türk Devrimi bazı alanlarda tam anlamıyla başarılı olurken bazılarında tarihsel önemi büyük
atılımlar yaratmış ancak günümüze birtakım sorunlar da bırakmıştır.
Siyasal Devrim alanındaki başarı kesindir. Saltanat ve hilafetin kaldırılması, cumhuriyetin
ilanı gibi köklü dönüşümler toplumdan tam destek aldı. O tarihten bu yana bu adımların geri
alınmasında ciddi hiçbir belirtiye rastlanmaması bunun göstergesidir. Hukuk devrimi için de
aynı saptama yapılabilir. Laiklik temelli hukuk birliği yerleşmiştir. Pozitif hukukta dinselliğe
dönüş yoktur. Çok hukuklu sistem önerileri fantezi olmaktan öteye bir anlam taşımaz.
Kültürel alanda da önemli ve kalıcı değişimler geçirmiştir. Harf ve dil değişikliği eşine pek
rastlanmayan bir başarı sağlamış, ülkenin kültürel ve siyasal yapısının demokratikleşmesine
katkıda bulunmuştur. Ancak çağdaş ve evrensel kültür değerlerinin toplumun geniş
kitlelerince benimsendiği iddiası gerçekçi değildir.
Kadının statüsü açısında kazanılan hukuki mevziler pekişmiş görünmektedir. Bunların
geliştirilmesi konusunda bugün kadın merkezli girişimlerin artması olumludur.
Başarıların önemli olduğu ama sorunların da yaşandığı iki önemli alan uluslaşma ve laikleşme
platformlarıdır. Uluslaşma aslında Türk Devrimi’nin en başarılı olduğu alanlardan biridir.
Cumhuriyet ulusal bağımsızlığı sağlamada, ümmetten millete geçişte, fetih ve cihad ruhundan
anavatan anlayışına geçişte büyük ilerlemeler kazanmıştır. Ancak ulus devlet modeli ve
ulusçuluk 1980’li yıllardan itibaren iki önemli sorunla karşılaşmıştır. Dışa karşı tam
bağımsızlık ile küreselleşme-bütünleşme çatışması, içeride ise farklı etnik kimliklerin
bastırılmasından doğan tepki ve sorunlar.
Laiklik alanında da Türkiye Müslüman çoğunluklu bir ülkeden köklü bir dönüşümün
başarılabileceğini kanıtlamıştır. Üstelik bu kazanım çok partili demokrasi koşullarında da
esasta yaşayabileceğini göstermiştir. İnsanların hem dindar hem de laik düzene ve yaşam
biçimine bağlı kalabilecekleri bu deneyle ortaya konmuştur. Ancak bu alanda da sorunlar yok
değildir. Çok partili yaşamın rekabetçi ortamında İslam’ın siyasal bir manipülasyon aracı
olarak görülmesi ve kamusal ve siyasal hayata dönüşü bir takım problemlere neden olmuştur.
Ancak laik demokrasi temelindeki uzlaşmanın yaygınlığı yaşanan sorun ve gerilimlerin
yumuşatılması olanağını da sağlamaktadır. 11
Türkiye 60 yıllık çok partili rejimini ve üzerindeki tüm baskılara rağmen bugünkü
demokratikleşmesini esas olarak Türk Devrimi’ne borçlu görünmektedir. Türkiye bu devrimin
emperyalizm ve feodal ortaçağ kurumlarına karşı verdiği mücadeleden geçerek sorunlar
yaşasa da bugünkü siyasal ve kültürel düzeyine ulaşabildi, bireyin ve sivil toplumun önünü
açabildi.
Türk Devrimi’nin önderin yaşamı ve tek partili otoriter rejimin ömrü ile sınırlı olacağı sanısı
vardı. Çok partililik koşulları bu kazanımların esasta dayanıklılığını ortaya koymuştur. Bugün
Türk Devriminin kazanımları ve ana düşüncesi  antifanatizim, aydınlanma, çağdaşlaşma,
ilerleme ve laikleşme gibi çağrışımlarla yüklü bir kuvvet-fikir  (idée-force) durumuna
gelmektedir. Bu niteliğiyle de ülkenin düşünce ve ortak siyaset yaşamının asıl önemlisi de
sivil toplum güçlerinin ortak ve merkezi buluşma alanı olmaktadır.  Büyük çoğunluğuyla
kamuoyu odakları ve kurumları, demokrasi ve insan hakları sorunlarının aşılmasında Türk
Devriminin getirdiklerini bir engel olarak değil asgari tramplen olarak algılamaktadır.
Sonuç:
Türk Devrimi’nin önderin yaşamı ve tek partili otoriter rejimin ömrü ile sınırlı olacağı sanısı
vardı. Çok partililik koşulları bu kazanımların esasta dayanıklılığını ortaya koymuştur. Bugün
Türk Devriminin kazanımları ve ana düşüncesi antifanatizim, aydınlanma, çağdaşlaşma,
ilerleme ve laikleşme gibi çağrışımlarla yüklü bir kuvvet-fikir (idée-force) durumuna
gelmektedir. Bu niteliğiyle de ülkenin düşünce ve ortak siyaset yaşamının asıl önemlisi de
sivil toplum güçlerinin ortak ve merkezi buluşma alanı olmaktadır. Büyük çoğunluğuyla
kamuoyu odakları ve kurumları, demokrasi ve insan hakları sorunlarının aşılmasında Türk
Devriminin getirdiklerini bir engel olarak değil asgari tramplen olarak algılamaktadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder