16 Mayıs 2012 Çarşamba


Doç.Dr. Ayşe Nur TİMOR
İÜ, Edebiyat Fakültesi
Coğrafya Bölümü
BÖLGESEL COĞRAFYAYA GİRİŞ,  e-Ders
6.Hafta e-Ders Kitap Bölümü
6. HAFTA
ÖZET:  Avrupa’nın  beşeri coğrafyasını ele alacağımız  altıncı dersimizde  bölgenin
yerleşilmesi,  nüfusun dağılışı ve  şehirleşme üzerinde durulacaktır.  Daha sonra, “Sanayi
Devrimi”nin beşiği olan Avrupa’da ekonomik gelişme ve sanayi faaliyetlerine değinilecek ve
sanayi bölgeleri ele alınacaktır. Dersin son bölümünde Avrupa’nın bölgelerine giriş yapılacak
ve beş bölgeden ilki olan “Batı Avrupa” da bu hafta işlenecektir. Dersi Powerpoint sunularla
birlikte izlemekte yarar var.
BÖLÜM 3: AVRUPA (devam)
3.2.NÜFUS VE YERLEŞME
2000 yıldan fazla bir süredir Avrupa teknolojik yenilikler, toplumsal ilerlemeler ve insanlığın
aydınlanmasıyla ilgili başka birçok gelişmenin ocağı olmuştur. Ticaret ve sömürgecilik
faaliyetleri yoluyla Avrupalılar kendi kültürlerinin elemanlarını yakın yüzyıllarda dünyanın
her tarafına yaymışlar; ancak, bunu yaparken yerli toplumlar üzerinde çok ağır etkiler
bırakmışlardır. Avrupa kültür gelişmesinin geçmişi Nil Vadisi ve  Güneybatı Asya’ya kadar
uzanır. M.Ö.5000 yılında neolitik insan, tarım ve hayvancılık uygulamalarını da beraberinde
getirerek, Asya’dan batıya doğru göçe başlamıştı. Birkaç bin yıl içinde yerleşik hale geçerek
“medenileşmiş yaşam” kavramını ortaya çıkaran bu insanlar Avrupa’nın her yerine yayıldılar
ve Avrupalı yaşam tarzını da yaydılar. Bu arada Yunan medeniyetiyle de bağlantılı olmuştu
bu gelişmeler. Daha sonra Roma İmparatorluğu  egemen kültürel güç haline geldi ve M.S.4.
yüzyıl sonlarına doğru Roma’nın etkisi bütün Akdeniz alanına yayıldı ve kuzeyde İngiltere’ye
kadar uzandı. Askeri fetihlerle, şehirler inşa ederek ve iletişimi kolaylaştıracak bir karayolları
ağı oluşturarak, Roma, bütün imparatorluk boyunca süren bir kültürel iz bırakmıştı. Önemli
katkıları arasında Latin dili, Hıristiyan dini, hukuk ve siyasetle ilgili kavramlar, tarımsal ve teknolojik uygulamalar ve sayısız şehrin kuruluşu vardır. Daha sonra, bilindiği gibi, Avrupa
kültürü Karanlık Çağ denilen bir devire girmişti.
Onbeşinci yüzyılın keşifler ve icatlar çağının başlamasıyla birlikte, güç ve etkinin odak
noktası İber Yarımadası’na ve yavaş yavaş da Atlas Okyanusu’na bakan diğer ülkelere
kaymıştı. Önce Portekiz ve İspanya tarafından başlatılan, daha sonra İngiltere, Fransa ve
Hollanda’nın bu iki ülkeyi izlediği keşifler sömürge imparatorluklarının kurulmasına ve
milyonlarca Avrupalının da Yeni Dünya’ya göçmesine yol açmıştı. Sömürgelerdeki çevre ve
insan kaynaklarının işletilmesinin Avrupa’da belli başlı ekonomik ve siyasal güçlerin
gelişmesine katkısı büyük olmuştur. Bununla birlikte, birçok kültürel özelliğin yayılmasında
rol oynayan Avrupalılar, keşifler çağıyla birlikte, yalnızca kendi bildiklerini dünyanın başka
yerlerine kabul ettirmeye çalışmamışlar, “bilgi güçtür” (Francis Bacon) inancıyla
başkalarından da çok şey öğrenmişler ve benimsedikleri fikirleri dün-yanın başka yerlerine
taşımışlardı. Bu çağ boyunca bütün medeniyetlerle temasa gelen yalnızca Avrupalılar olduğu
için de, dünya bilgi ve ürünlerinin “yıkanma“ yeri de Avrupa olmuştu. Böylece,  hiyerarşik
yayılma şeklinde kültürel yayılmayla küresel bilgi Avrupa’dan dünyanın diğer kısımlarına
aktarılmaya başlandı.
Avrupalılar Asya’dan aldıkları şeker kamışını Karayip bölgesine taşımışlar; Güneydoğu
Asya’daki muzu Güney Amerika’ya; kakaoyu Meksika’dan Afrika’ya, kahveyi Arabistan’dan
Güney Amerika’ya getirip ekmişlerdir. İlginç olan husus da daha sonra bu ürünlerin
yetiştirilmesinin getirildikleri ülkelerin en önemli tarımsal faaliyetleri haline gelmesidir.
Avrupalılar birçok maddenin üretiminin yerini değiştirmekle kalmamış, birçok maddeyi de
dünyanın her tarafındaki pazarlarda satılmak üzere, dünya ticaretine sokmuşlar; yeni pazarlar
yaratmışlar, üretim, taşıma, pazarlama ve tüketimde her aşamanın kontrolünü ellerinde tutmuşlardır. Hint mallarını Çin’e, Güney Amerika mallarını Afrika ve Asya’ya tanıtırken, bir
İngiliz Çin’den çaldığı çay bitkisini Kalküta’da yetiştirerek Hindistan ve Seylan’da (Sri
Lanka) çay tarımı faaliyetinin gelişmesine yol açmıştır.
Avrupalıların mal, insan ve fikirlerin dağılışını etkilemeleri  ve bölgesel kültürleri bir
harman haline getirmelerine değişik bir örnek olarak dünyada tüketilen en ünlü içecek olan
Coca-Cola’nın hikâyesi verilebilir:
Bu popüler içecek Atlanta’da (Georgia) formüle edilmiştir ve günümüzde, batılılaşmayı o kadar
güçlü  bir şekilde temsil etmektedir ki Batılı ürünlerin Batılı olmayan dünyaya büyük ölçekli
sızması, sömürgecilikten  -kolonizasyon- esinlenerek, sık sık “dünyanın Koka-kolonizasyonu”
(Coca-colonization) olarak ifade edilmektedir.  Coca Cola’yı oluşturan iki maddeden birisi,
yaprakları uyarıcı bir etki yaratan Güney Amerika’nın Quechua-koka (şimdi kokain ve crack elde
ediliyor) bitkisi ile Batı Afrika kabuklu yemişi ve yine uyarıcı maddeye sahip Mandingo, yani kola’dır. Batılılar bu iki maddeyle ilgili bilgiyi çok uzak kültür bölgelerinden almışlar, ikisini
birleştirmişler ve dünya çapında içecek olarak pazarlamışlardır.
Onsekizinci yüzyılın ikinci yarısında dünyayı etkileyen iki büyük devrim –Sanayi Devrimi ve
Demokratik Devrim- de batı Avrupa’da başlatılmıştı.  Buharın makineye uygulanmasının
hızlandırdığı Sanayi Devrimi, mamul maddeler üretiminde ve de doğal kaynakların
tüketiminde büyük artışlara yol açarken, ticaret ağlarını genişletmiş ve sanayi şehirlerinin
hızla büyümelerini sağlamıştı. Avrupa dünyanın ilk sanayi-şehir toplumunun gelişme merkezi
ve  -yerini yir-inci yüzyıl başlarında A.B.D.’ne bırakıncaya kadar- dünyanın egemen gücü
haline gelmişti. Demokratik Devrim ise aristokratların yönetimine ve çoğu fabrika işçisinin
olumsuz toplumsal ve ekonomik koşullarına karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştı. “Özgürlük,
eşitlik, kardeşlik” (“Liberté, égalité, fraternité”) kavram üçlüsü bireysel insan hakları için bir
rehber olarak geniş bir kabul görmüştü. Yönetilen halk, yönetim siyasetlerinin
belirlenmesinde kendi seslerinin de çıkmasını hakları olarak talep etmişlerdi. Avrupa’dan
çıkan bu devrimler, eşit olarak değilse de, büyük ölçüde dünyaya yayıldı. Günümüzde
dünyadaki çatışmaların çoğunun nedeninin insan hakları konusundaki görüş farklılıklarına ve
toplumların sanayileşmelerindeki düzey farklılıklarına gittiği görülmektedir.
Son kırk-elli yılda, yüzyıllarca süren çatışma ve iki dünya savaşının trajedilerini
yaşadıktan sonra, Avrupalı devletler dayanışma yoluyla daha fazla ekonomik ve siyasal güç
arama eğilimi sergilemişlerdir. Kıtanın siyasal parçalanmışlığıyla bağlantılı, daha önce
mevcut dezavantajlar ortadan kaldırılmaya çalışılmış-tır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra aşama
aşama geliştirilen Avrupa Topluluğu, ulusal ekonomi ve ulusal yönetimlerin bütünleşmesi için
esas birlik olarak ortaya çıkmıştır. Savaş sonrası dönemin büyük kısmında Avrupa’nın
bütünleşmesinde en önemli engel, Doğu Avrupa’nın komünist ülkelerini yalıtmak için inşa
edilen “Demir Perde” olmuştu.  1989’dan sonra, komünizmin çöküşüyle, Batı Avrupa
devletlerinin Doğu Avrupa’daki komşularına erişme ve kıtanın birleşme sürecini ilerletme
olanağı yeniden doğmuştur.
Avrupa, modern zamanlarda, Amerikalara, Avustralya’ya ve başka deniz-aşırı âlemlere
yerleştirmek üzere milyonlarca nüfusunu göndermişti. Yerel toplumlara üstün geldikleri
yerlerde Avrupa’dan gelen beyaz yerleşmeciler yeni topluluklar yaratmışlardı. Yeni vatanları
olan Güney Afrika ve Cezayir gibi azınlıkta kaldıkları yerlerde bile temelden büyük
değişikliklere yol açmışlardı. Şimdi ise Avrupa  kendisi bir göçmen dalgasıyla karşı karşıya
bulunmaktadır.  İkinci  Dünya Savaşı sonundan beri çok sayıda göçmen Avrupa’ya, fakat
özellikle de Batı Avrupa’ya gelmiştir. 1990’a doğru Batı Avrupa’da, bölge nüfusunun yüzde 8’den fazlasını oluşturan 13 milyon göçmen yaşamaya başlamıştır. 1960’lar ve 1970’lerde
Avrupa’daki sanayi patlaması sırasında ortaya çıkan iş olanaklarından yararlanmak üzere
gelenlerin hemen hemen tümü, birçoğu nispeten yakın ülkelerden (Türkiye ve Cezayir gibi)
olmak üzere, Üçüncü Dünya’dandı. Diğerleri de, sömürge döneminden dolayı kendi haklarını
kullanarak, Endonezya, Angola ve Surinam gibi daha uzakta kalan, bir zamanların
sömürgelerinden gelmişlerdi. Kökenleri ne olursa olsun, büyük bir çoğunluk, iş olanaklarının
ve diğer kolaylıkların yer aldığı Avrupa’nın büyük şehirlerine yerleştiler.
Avrupa’daki kalkınma patlaması sırasında bu göçmenler kendilerine iş bulmuşlar ve
genellikle hoş karşılanmışlardı. Fakat Batı Avrupa ekonomisi 1980’lerde yavaşladığında, yeni
gelenler de artık hoş karşılanmıyorlardı. Daha fazla göçmene karşı muhalefet arttı; azalan
işlerle ilgili olarak göçmenlerle Avrupalılar arasındaki rekabet de arttı. Şehirlerdeki toplumsal
sorunlar da buna paralel olarak yoğunlaştı. Üçüncü Dünya göçmenleri için Avrupa,
Avrupalıların Amerika’da buldukları erime potası ortamı olamıyordu. Avrupalı hükümetlere
karşı ayırımcılık suçlamaları yöneltilirken, etnik mahallelere sahip birçok Avrupa şehri de
daha önce hazırlıklı olmadıkları sorunların içinde buldular kendilerini.
Paris ve Amsterdam gibi belli başlı Avrupa şehirlerinin çoğunda, göçmenlerin kendi
kültürlerinin bazı yanlarını ektikleri geniş mahalleler vardır artık. Fransa’nın önde gelen
şehirleri (yalnızca Paris değil, Lyon ve Marsilya da) İslâm’ın hüküm sürdüğü, sokak
işaretlerinin Arapça ve atmosferin Fas, Tunus ya da Cezayir şehrindeki gibi olduğu
banliyölere sahiptir. Almanya’nın batısındaki şehirlerde Türklerin damgası da aynı şekilde
güçlüdür. Amsterdam’da 300,000’in üzerindeki Surinamlı göçmen şehrin çehresini
değiştirmiştir -eski sömürge nüfusunun yaklaşık yarısı şimdi Hollanda’da yaşamaktadır.
Günümüzde Amsterdam’daki şehir içi okullardaki çocukların yarısı Hollandalı değildir ve
şehrin toplum-sal coğrafyası, beyaz sakinleri dış banliyölere taşındıkça, daha da hızla
değişmektedir. Esas olarak Surinamlıların oluşturduğu siyahların şehir içindeki sayıları
gittikçe artmaktadır ve şehrin toplam nüfusunun üçte birini aşacağı beklenmektedir. Bu tür
değişimler, doğal olarak, kolaylıkla meydana gelmez; Amsterdam gibi birçok Avrupa şehri de
gittikçe artan suçluluk ve bağlantılı sorunların sıkıntısını çekerek bunun bedelini
ödemektedirler.
Böylece, bir yamalı toplum ve gelenekler haline gelen Batı Avrupa’nın kendisi de yeni
uyum sağlama ihtiyacı ve yeni bir toplumsal harita gerçeği ile karşı karşıyadır. Avrupa, “en
uluslararası âlem” olarak tanımlanmıştır hep; şimdi de, yaşlanan nüfus yeni yeni göçmen
akımlarına yol açtıkça, “en kültürlerarası âlem” haline gelecektir.3.2.1.Nüfusun Dağılışı
Avrupa, özellikle daha geç keşfedilen kıta ve bölgelere milyonlarca nüfusunu gönderdiği ve
son iki yüzyıl içindeki savaşlarda yine milyonlarca nüfusunu kaybettiği halde, dünyanın en
fazla değil ama en yoğun nüfuslu kıtası olma özelliğini hâlâ korumaktadır. Bununla birlikte,
çeşitli ülkelerinde doğumların azalması ve nüfusun artış eğiliminin son derece yavaşlaması
nedeniyle bir nüfus azalmasıyla karşı karşıya bulunmaktadır.
Her ne kadar Avrupa, Kuzey Çin ya da İndus Vadisi gibi ilk medeniyetlerin geliştiği
alanlardan birisi değilse de, dünyanın yerleşilmiş en eski alanlarından birisidir. Avrupa’da
özellikle büyük demografik sonuç doğuran olgu Sanayi Devrimi olmuştur. Şehirlere olan
göçlerle birlikte şehirlerin büyümesi teşvik edilmiş ve nüfus artışı hızlanmıştır. Bölge en uzun
sanayi geçmişine sahip olduğu için, Avrupa şehirlerin en fazla yoğunlaştığı ve nüfus artışının
da en düşük oranda gerçekleştiği kıta olma özelliğini taşımaktadır.
Avrupa’nın oldukça büyük nüfus yoğunlukları içinde en göze çarpanı, genellikle Avrupa
nüfus ekseni olarak da adlandırılan doğu-batı uzanımlı kuşaktır. Bu kuşak, merkezî ve güney
İngiltere’den, Hollanda, Belçika, kuzey Fransa, Almanya, Polonya’yı geçerek doğuya,
Ukrayna ve Rusya’ya doğru uzanır. Kuşağın büyük kısmı, tarımsal bakımdan oldukça verimli
Büyük Avrupa Ovası içinde kalırsa da, burada çok az sayıda nüfus tarımla uğraşmaktadır.
Buna karşılık, nüfusun çok büyük kısmı, akarsular ve kıyılar boyunca, Avrupa’nın bu
kısmındaki kömür havzaları ve sanayi bölgelerinde yer alan sayısız şehir ve kasabada
yaşamaktadır. Aslında burada tek tek büyük şehirlerden değil, yer yer neredeyse kesintisiz
uzanan birden çok şehirsel kuşaktan söz edilebilir. Londra, Manchester, Brüksel, Amsterdam,
Rotterdam, Essen, Berlin, Varşova ve daha güneyde Münih, Viyana, Prag ve Budapeşte bu
kuşaklar içinde önde gelen şehirlerinden yalnızca birkaçıdır. Buna karşılık, İskandinavya’ya
ve Baltık ülkelerine doğru ülkelerin toplam nüfus miktarları ve nüfus yoğunlukları azalır.
Zaten doğum azlığı (yıllık artış hızı yüzde 0.1 ile 0.3 arasında) nedeniyle nüfus artışında
sıkıntılar olan İskandinav ülkeleri ile nüfusları genelde azalma eğiliminde olan Baltık
ülkelerinin tümü 10’ar milyonun çok altında nüfusa sahiptirler.
Akdeniz ülkeleri büyük bir nüfus toplanması meydana getirmezler. Akdeniz Avrupa’sının
sınırlı olan alçak alanlarında yüksek yoğunluklar yer almaktadır. Akdeniz’in en kalabalık
ülkesi İtalya’dır. Ülkenin kuzeyindeki Po Nehri vadisi bütün Akdeniz Avrupa’sındaki en
büyük nüfus toplanma alanıdır. Zengin alüvyal topraklarıyla verimli tarım alanlarını içine
aldığı gibi, büyük sanayi şehirleri Milano ve Torino da burada yer almaktadır. Marsilya’nın 1.5 milyon nüfusuyla en büyük şehirsel merkez olduğu Fransa’nın güneydoğusundaki Rhône
Vadisi, İspanya’nın doğu kıyısı (Barselona  en büyük merkez) ve Yunanistan’da  Atina
metropoliten alanı da Akdeniz’in oldukça yoğun nüfuslu diğer yerlerini oluşturmaktadırlar.
3.3.EKONOMİK GELİŞME VE SANAYİ FAALİYETLERİ
Sanayi Devriminin başladığı ve dünyadaki ilk sanayi bölgelerinin oluştuğu Atlas
Okyanusu’nun kuzeydoğu kesiminde -Batı Avrupa ülkelerinde- sanayi faaliyetleri, genelde,
hâlâ yapılarını ve görünümlerini korumaktadırlar. Avrupa sanayi bölgeleri, Avrupa Birliği’nin
odak noktasını, ana damarını oluştururlar.
İngiltere’de, maden kömürünün harekete geçirdiği sanayi faaliyetleri, zamanında, dünyada
eşi olmayan bir alansal uzmanlaşma kalıbı meydana getirmişti. Günümüzde bu kalıbın büyük
kısmı, farklılaşma, yeniden-yerleşme ve çeşitli hatalar nedeniyle kaybolmuş; İngiltere,
modern teknolojik gelişmelere ayak uydurmada başarısız kalmıştır. Bir zamanlar sanayinin
modernleşmesinin adeta anıtı olan fabrikalar aslında hâlâ işletilmektedir ama yaşlanmış,
yetersiz, yavaş, verimsiz ve işletilmesi pahalıya mal olarak. Kuzey İngiltere’deki  Midlands
sanayi şehirlerinin büyük ölçüde önem kaybetmeleriyle, buralardaki sanayi yatırımlarının
yönelebildikleri yer, İngiltere’nin tarihi odak noktası olmuştur; yani,  Londra. İngiliz
Adaları’nın hâlâ en büyük iç pazarı olan Londra, dış pazarların rekabeti arttıkça yerel
imalâtçılar için daha da önemli hale gelen bir pazar olmuştur. Bütün bu gelişmeler, enerji
sağlanmasında maden kömürünün azalan (nükleer enerjinin artan) önemini, durmadan
yenilenen makineleşmeye ayak uydurma arzusunu ve dev bir iç pazar oluşturmasına ek olarak
Londra’nın iyi bir ithalat limanı da olduğu gerçeğini yansıtmaktadır. Böylece Londra, aynen
Paris gibi, Avrupa bölgesi içinde anahtar bir sanayi alt-bölgesi olarak belirmektedir.
Sanayi Devrimi kıta Avrupa’sına yayıldığında Paris zaten Avrupa’nın en büyük şehriydi;
ama Paris’in, aynen Londra gibi, yakın çevresinde ne maden kömürü ne de demir yatakları
vardı. Paris, çevresindeki yüzlerce kilometrelik alan içindeki en büyük yerel pazardı ve
mevcut kara ve suyolu ağına demiryolları da eklendiğinde, şehrin merkeziyet durumu daha da
güçlenmişti. Londra örneğinde olduğu gibi, Paris de hemen belli başlı sanayileri kendisine
çekmiş ve şehir öteden beri ün yaptığı lüks maddelerin (mücevherat, parfüm ve giyim eşyası)
imalatında olduğu kadar, otomobil montaj ve imalâtı, metalürji ve kimyasal maddeler
imalâtında da önemli bir büyüme göstermiştir. Hazır ve bol işgücü, mamul maddelerin
dağıtımı için ideal bir bölgesel konum, devlet dairelerinin varlığı, yakın bir okyanus limanı (Le
Havre) ve Fransa’nın en büyük iç pazarıyla Paris’in büyük bir sanayi merkezi olarak gelişmesi rastlantısal değildir. Fransızlar, Paris dışında da, Avrupalıların diğer yerlerde yaptıklarını
yaptılar ve üretim hacmi bakımından başka bölgelerle rekabet edemeyecekleri için
uzmanlaştılar -kaliteli dokumada, hassas ölçme aletlerinde, otomobilde ve de tabii şarap ve
peynirde.
Gerçekten de, günümüzde Batı Avrupa sanayi bölgelerinin büyük kısmı belirli sanayi
ürünleri ticaretinde uzmanlaşmışlardır. Böylece, Avrupa dışında, özellikle Asya ülkelerinin
sanayi ürünlerinin rekabetinden kaçınmak yanında, Batı Avrupa ülkeleri arasında da belirli
ürünlerde üstünlüğü koruyacak duruma girmişlerdir. Bu durumun meydana gelmesinde, Batı
Avrupa ülkelerinin kendi aralarında oluşturdukları Avrupa Birliği’nin (önceki adı Avrupa
Ekonomik Topluluğu) etkisi tartışılmaz. Bu örgütlenme, topluluk içindeki her ülkenin, tarım
ve diğerlerinde olduğu gibi, sanayide de rolünün belirlenmesini gerekli kılmıştır.
Avrupa’nın maden kömürü yatakları, batıdan doğuya doğru uzanan bir kuşak halindedir ve
bu kuşak sanayinin de geliştiği alan olmuştur: Güney İngiltere’den başlayıp, kuzey Fransa ve
güney Belçika, Hollanda, Almanya’dan geçerek güney Polonya’da Silezya’ya kadar uzanır bu
kuşak. Demir cevheri de hemen he-men aynı kuşakta yer aldığından, Avrupa’nın  Sanayi
Kuşağı böylece daha iyi anlaşılmış olur. Örneğin Almanya’da sanayi Avrupa Sanayi Kuşağı
içinde kalan alanda, maden kömürü yataklarına bağlı olarak, yoğunlaşmıştır. Savaş öncesi
dönemde üç büyük sanayi alanı ortaya çıkmıştı: Batıda Hollanda sınırına yakın  Ruhr;
Çekoslovakya sınırına yakın (şimdi Almanya’nın doğusunda) Saksonya; ve şimdi Polonya’da
kalan Silezya. Savaş sonrasında Almanya’nın elinde bunlardan yalnızca Ruhr kalmıştı, fakat
Ruhr gelişerek Avrupa’nın en yoğun sanayi bölgesine dönüştü. Günümüzde Almanya
Avrupa’nın da en büyük gücü durumundadır. Adını Rhein Nehri’nin küçük bir kolundan alan
ve 9,934 km
2
’lik bir alan kaplayan Ruhr sanayi bölgesinde yüksek nitelikli kaynaklar, çok iyi
bir erişebilirlik  (Köln, Bonn ve Dortmund havalimanları, Duisburg’da dünyanın en büyük,
Köln’de ise Avrupa’nın ikinci büyük kara içi limanı) ve büyük pazarlara yakınlık (KölnDüsseldorf-Duisburg-Essen-Dortmund) bir bileşim halinde avantaj oluşturmaktadırlar. Yerel
demir cevheri yatakları tükendiğinde, ithal demir cevherini tek bir yüklemeyle getirmek, bu
yüzden, çok kolay olmuştu. 1870’lerden beri ağır sanayi ürünleri (ve de savaş için tanklar ve
silahlar) akıtan Ruhr bölgesi, fabrikaları, 11 milyon nüfusu, 3.7 milyon çalışanı (1.5 milyon
imalâtta, 2.2 milyon hizmetlerde) ile Avrupa’nın en büyük sanayi konürbasyonudur.
Günümüzde de Ruhr avantajlı bir bölge (Almanya’nın 100 büyük şirketinin 40’ı ve 44
üniversite yine burada yer alıyor) olarak kalmışsa da, Kuzey Amerika’da ve Avrupa’nın diğer yerlerindeki tesislerin yaşlanma sorunu burasının (Rheineland ile birlikte) geleceğini de
belirsiz bırakmaktadır.
Saksonya ise daima beceri ve kaliteye önem vermiş, optik aletler ve fotoğraf makineleri,
dokuma ve seramik gibi ürünleriyle  tanınmış bir bölgedir. Leipzig ve Dresden’in şehirsel
merkezlerini oluşturduğu Saksonya, şimdi iki Almanya’nın birleşmesinin sancılarını
çekmekte fakat aynı zamanda da Almanya’nın ekonomik plancılarının yeniden canlandırmaya
çalıştıkları ana hedeflerini oluşturmaktadır. Biraz daha doğuya doğru, şimdi Polonya içinde
yer alan ve Çek Cumhuriyeti’ne doğru da uzanan  Silezya  da ilk önce Almanlar tarafından
geliştirilmişti. Saksonya-Bohemya-Silezya sanayi ekseni kaliteli maden kömürü yatakları ve
Ukrayna’dan gelenlerle takviye edilen, daha zayıf demir cevheri yataklarına dayanarak
gelişmiştir. Avrupa Sanayi Kuşağı içinde Belçika’da ise iki sanayi koridoru dikkati
çekmektedir. Bunlardan biri, maden kömürüne dayalı, Charleroi ve Liège’den geçen, ağır
sanayinin yer aldığı doğu-batı ekseni; ikincisi ise, Brüksel ve Antwerp’den geçerek
Charleroi’dan kuzeye uzanan, daha hafif ve daha çeşitlenmiş sanayi faaliyetlerinin yer aldığı
koridordur.
Avrupa’nın sanayideki başarısı yalnızca hammaddeye dayanmamıştır; usta işgücü ve
yüksek derecede uzmanlaşma da yoğun bir ürün değiş-tokuşuna yol açan çeşitli sanayi
kuşaklarının oluşmasını sağlamıştır. Bu değiş-tokuş Avrupa’nın doğal ulaşım güzergâhlarıyla
çabuklaşmış, insan-yapısı ulaşım ağlarıyla da güçlenmiştir. Böylece de sanayi faaliyetleri ilk
çıkış kaynaklarından çok uzaklara, halen Avrupa’nın belli başlı sanayi merkezlerinden birisi
olan kuzey İtalya’ya, İspanya’da Katalonya (Barselona’da çekirdekleşerek) ve kuzeydoğu
İspanya’ya, güney İsveç’e ve güney Finlandiya’ya kadar yayılmıştır. Ancak bunlar ve
Avrupa’nın burada belirtilemeyen başka sanayi alanlarının hepsi, kıtanın dev sanayi kütlesi
içinde çekirdekleşmiş üst düzeydeki parçaları oluşturmaktadırlar.
Kuzey Amerika’da ve İngiltere’de olduğu gibi, kıta Avrupa’sı ülkelerinde de ilk sanayi
bölgeleri maden kömürü ve demir cevherine bağlı olarak ortaya çıkmış ve gelişmişlerdir.
Sanayinin yer seçimini etkileyen ekonomik, toplumsal ya da siyasal çeşitli etkenler bu
bölgelerin önemlerini korumalarında, kaybetmelerinde ya da yeniden kazanmalarında değişik
roller üstlenmişlerdir. Kullanılan hammadde ve enerji kaynağındaki değişimlerle siyasal
kararların bir sanayi bölgesi üzerindeki etkisini aşağıya alınan örnek çok iyi
resimlendirmektedir:
Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliği’nde her biri belirli bir sektörde uzmanlaşmış sanayi
bölgeleri bulunmakla birlikte, bunların hiç birisi Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’da bulunan kuşaklarla boy ölçüşemez. Merkezi planlama ülkeleri olarak anılan bu ülkelerdeki
sanayileşmede şimdiye kadar üretim mallarına, özellikle ağır sanayiye önem verilmiş, tüketim
malları üzerinde durulmamıştır. Doğu Avrupa sanayi bölgesi, aslında, bu kesimdeki
ülkelerdeki komünizm önce-si yatırımlar ve geleneklerden gelmiştir. Son derece farklılaşmış;
çoğu kez Sovyetler tarafından üretilen hammaddelere bağımlı kalmış ve özelleşmiş mallar
üretmiştir. Komünist planlama ve siyaset, aynen rejim öncesi yatırımların yaptığı gibi, izlerini
bırakmıştır. Geri kalan dört bölge ise B.D.T. içinde kalmaktadır. Buralardaki fabrikalar ve
üretim türleri büyük çapta planlı ekonomi kökenlidir. Söz konusu dört bölgeden üçü yerel
enerji kaynaklarıyla yerel hammaddeye dayalıdır. Ayrıca her biri kendi kendisine yeterli
olmaya çalışmıştır. 1990’lardan sonraki çöküş sanayiyi de çok olumsuz etkilemiş; zaten
donanım ve işletme açısından köhneleşmiş olan sanayi durma noktasına gelmiştir. Bu ülkeler
halen bir yeniden-yapılanma ve örgütlenme süreci içindedirler.
3.3.AVRUPA’NIN BÖLGELERİ
Avrupa toprak bakımından o kadar büyük olmamakla birlikte, büyük çevresel, kültürel ve
ekonomik farklılıkları birleştiren bir bölgedir. Bölgeyi bu farklılıklara dayanarak beş bölgeye
1
ayırmak mümkündür:
3.3.1.Batı Avrupa
Avrupa aleminin kalbi olan bu bölge, Almanya ve Fransa gibi iki büyük ülkeyi, Belçika,
Hollanda, Lüksemburg’un meydana getirdiği Alçak Ülkeler’i ve İsviçre, Avusturya ve minik
Liechtenstein gibi Alp ülkelerini içine alır.
Fransa Batı Avrupa ülkeleri arasında en büyüğüdür (Avrupa’daki anakara kısmı 543,964
km², dış topraklarla birlikte 664,616 km²). Harita üzerindeki biçimi bir altıgeni andırır;  bu
biçiminden dolayı da ülke  Altıgen-l'Hexagone olarak anılır.  Bu altıgenin üç kenarı suyla
çevrilidir  –kuzeybatıda English Channel, batıda Atlas Okyanusu ve Biscay Körfezi ve
                                                   
1
Avrupa ülkelerine “Avrupa Birliği” açısından bakarsak daha ilginç bir ayırım söz konusudur: Son katılan
ülkelerden önceki çekirdek sayılabilecek 15 Birlik Ülkesinin 4-5-6 yöntemiyle anıldığı görülür: Dört dev –
Almanya, Fransa, İtalya ve İngiltere;  beşiç ülke (hepsi Almanya’nın komşusudur)  –Belçika, Hollanda,
Lüksemburg, Danimarka ve Avusturya;  altıdış ülke  –İrlanda, İsveç, Finlandiya, Yunanistan, İspanya ve
Portekiz. Son yıllarda eklenen on ülke ise genellikle kıtanın doğusunda ve en dışında yer alan ülkelerdir.
İç ülkeler arasında sayılan Benelüks ülkelerinin Avrupa Birliği için oynadıkları rol diğer hepsinden daha
önemlidir.  Birincisi, aşağıda belirtileceği gibi, Benelüks olarak birleşmeleri Avrupa Birliği’ne temel ve
örnek oluşturmuştur.  İkincisi, Avrupa  ülkelerinin birleşme-bütünleşmesinde 1993’de yürürlüğe giren
Schengen (vize) Anlaşması Lüksemburg’da, para, gümrük ve başka ortak uygulamaları getiren yine
1993’de yürürlüğe giren ve “Avrupa Birliği”ni yaratan Tek Avrupa Yasası da Hollanda’da Maastricht’te
imzalanmıştır.güneydoğuda da Akdeniz. Geri kalan kenarlar ise genelde dağlıktır. Fransa’nın fizyografik
özellikler bakımından Avrupa’nın küçük bir modeli olduğu ileri sürülmektedir: Avrupa’nın
merkezi dağları ve yaylaları geniş alanlar kaplarken, Fransız Alpleri dağ oluşumundaki en
genç sistem olan Alp sisteminin-zincirinin batı ucunu kaplar. Paris ve Akitanya havzalarının
alçak sedimanter yatakları ve Rhine Vadisi ise Kuzey Avrupa Düzlükleri’nin bir parçasıdırlar.
Aynı zamanda Avrupa’nın en yüksek noktası (Mont-Blanc 4.810 m) ile en alçak noktası Delta
duRhone (-5 m) da bu ülkenin sınırları içinde bulunmaktadır. Fransa’nın iklim koşulları
Avrupa genelinde gördüklerimizin bir bileşimi halindedir. Alpler ve bağlantılı dağlar dışında
ılıman iklim koşulları başlıca üç etkinin egemenliği altındadır: Okyanus etkisi özellikle
kuzeyde ve batıda yoğun olmakla birlikte ülkenin büyük kısmında gözlenir; nedeni de batı
rüzgârlarının Atlas Okyanusundan yumuşak ve nemli koşulları getirmesidir. İkinci iklim
özelliği olan orta-enlem karasal iklim tipi ülkenin iç kısmında egemendir; daha sıcak yazlar ve
daha sert kışlarla belli olur. Üçüncü iklim tipi Akdeniz iklimidir ve Akdeniz kıyısı boyunca
20-60 km genişlikteki bir kuşak dahilinde bu iklim tipi yaşanır.
Fransa günümüzde 65.5milyom nüfusa sahiptir ve toprakları  région(rejyon) denilen 26
idari bölgeye ayrılmıştır. Bu bölgelerin 21’i kıtada yer alırken 1’ini de Korsika Adası
oluşturur. İkinci Dünya Savaşı’ndan ülkedeki şehir ve kasabalar hızla büyümeye başlamıştır.
Fakat özellikle 1960’dan beri Fransa’daki şehirleşme sürecinde büyük değişimler meydana
gelmiştir; bunların başında gerçek anlamda bir şehirleşme olgusu ve şehirlileşme kodu
oluşturulması gelir. Başta başkent Paris olmak üzere, Lyon, Marsilya, Lille, Toulouse, Nice
ve Bordeaux başlıca şehirsel yerleşmelerdir.
Fransa’nın fiziksel coğrafi çeşitlilikleri çok çeşitli tarım ve hayvancılık faaliyetlerinin
sürdürülmesine izin vermektedir: kuzeyde mandıracılıktan buğday ve keten üretimine,
Akdeniz kıyısı boyunca ve Korsika’da pirinç, zeytin ve turunçgil üretimine kadar büyük bir
çeşitlilik söz konusudur. Fransa Avrupa’nın en büyük tarımsal üreticisi ve ihracatçıdır.
Aslında istihdam açısından bakıldığında tarımın payı %2.71, sanayinin payı %24.47 ve
hizmetlerin payı da %72.82’dir; hizmetlerin payının yüksekliği turizmin bu ülkedeki
ağırlığıyla ilgilidir. Diğer yandan, toplam tarımsal üretimin değer bakımından büyük kısmı
hayvancılıktan (dağlık bölgeler ile kuzeybatı Fransa’dan) gelmektedir. Ülkede en çok
yetiştirilen ürünler buğday, şeker pancarı, mısır, arpa ve patatestir ve en yoğun biçimde Loire
vadisinin kuzey kesimlerinde yetiştirilmektedirler. Güneyde ise meyvecilik ve özellikle
bağcılık önemlidir. Diğer yandan, Fransa dünyanın en büyük sanayiye dayalı ekonomik
güçlerinden birisidir. Paris ile birlikte önemli sanayi merkezleri arasında kuzeydoğuda Metz, Strasbourg, Roubaix ve Lille; güneydoğuda Lyons, Saint Étienne, Clermont-Ferrand ve
Grenoble; güneyde Marsilya, Toulouse, Nice ve Nîmes); ve batıda da Bordeaux ve Nantes
başta gelirler. Fransa, kalkınmışlık düzeyinin bir yansıması olarak, Avrupa’daki en geniş
demiryolu ağına (yaklaşık 30.000 km) sahip ülkedir. Günümüzde turizm ülkedeki dördüncü
büyük endüstri durumundadır; Fransa bu bakımdan yaklaşık 75 milyon dolayındaki turist
sayısıyla dünyada birinci durumdadır. Paris turizmin odak noktası olmakla birlikte, turizmle
ilgili yatırımlar dört ana bölgede toplanmıştır: güneyde  Languedoc-Rousillon, Korsika,
güneybatıda Aquitaine (Akitanya) ve Alpler.
Almanya, Avrupa Birliği’nin dört “dev”inden ve Avrupa’nın en büyük ekonomik ve
siyasal güçlerinden birisidir. Almanya, İkinci Dünya Savaşı sonrasından 1990’ların başına
kadar, birbirinden tamamen farklı siyasal rejimleri olan iki ayrı devlet halinde, bölünmüş
olarak kaldı. Geçmişte Batı Almanya olarak anılan Almanya’nın batı kesimi savaştan sonra
dünyanın en güçlü ekonomilerinden birisine sahip olmuştur. Batı Almanya 1990’daekonomik,
toplumsal ve siyasal açılardan Doğu Almanya’yla bütünleşti; böylece (FRG), yani eski Batı
Almanya’nın adı kullanılmaktadır.
Fiziki coğrafya açısından bakıldığında Almanya’nın “kuzeydeki düzlükler”, “merkezdeki
tepeler” ve “güneydeki Bavyera Alpleri” şeklinde üçe ayrılabileceğini söyleyebiliriz. Bununla
birlikte, biraz daha ayrıntıya girerek Almanya’yı bölgelere ayırmak gerekirse, bölgeleri şu
şekilde sıralayabiliriz: (1)Kuzey Avrupa Ovası’nın bu ülke içinde kalan kısmı ve kıyı kesimi;
bölge çok sayıda göllerle kaplıdır. Hollanda ve Belçika ile sınır oluşturan NordrheinWestphalia eyaleti son derece sanayileşmiştir (örneğin Ruhr sanayi bölgesi buradadır).
Ülkenin büyük şehirlerinden ve en önemli limanlarından olan Hamburg ve Kiel de bu bölgede
yer alırlar. (2)Merkezi yaylalar  –kuzeyde Harz dağları ve güneyde de Kara Ormanlar;
bölgenin kuzey kısımları, Sauerland, Teutoburger Ormanı ve aynı sırada Harz dağlarının
güzel manzaralarını içine alır. Buralar son derece tutulan yerlerdir ama bunun nedeni
güzelliklerinden çok, Almanya’nın sanayi bölgelerinden kolay erişilebilirlikleridir. Güney
kesimi ise iki önemli turizm bölgesini içine alır: Kara Ormanlar ve Bavyera
Ormanları.(3)Bavyera Alpleri; Almanya’nın güneyinde, Avusturya sınırına doğru Alp
dağlarının ilk sıraları halinde belirir. Almanya’daki en yüksek dağ olan Zugspitze(2.200 m)
burada yer alır. Bavyera (Alpler ve yüksek yaylalar) tümüyle Almanya’nın en tutulan turizm
bölgesidir. (4)Rhein (Ren) Vadisi;  Alplerden kuzeye doğru, geniş ve düz bir vadide akar.
Güneye bakan yamaçlar, noktalar halinde dağılmış birçok köyün bağları için
taraçalandırılmıştır. Rhein Nehri’nde gemiyle yolculuk dünyanın her tarafından gelen ziyaretçilere çekici gelmektedir, fakat nehrin yük taşımacılığındaki muazzam önemini ayrıca
vurgulamaya gerek bile yoktur.
Birleşik Almanya, alan bakımından Fransa ve İspanya’dan sonra üçüncü büyük, 85.1
milyon (2011) nüfusuyla da nüfus bakımından en büyük ülke durumuna gelmiştir. Almanya
federatif bir idare yapısına sahiptir:  Land  olarak anılan (çoğul:  Länder-lender okunur) 13
eyalet ve ayrıca 3 bağımsız (Freistaat) eyalet bulunur. Almanya, toplam nüfusun %90
kadarının şehirlerde yaşadığı bir ülkedir. Başlıca şehirler Berlin (başkent), Hamburg,
Frankfurt, Stuttgart, Köln, Düsseldorf, Munich ve Hanover’dir. Fakat sanayileşme-
şehirleşmeyle birbirine yakın metropoliten alanlar (Ruhr gibi) ortaya çıktığından tek başına en
büyük şehirden söz edilemez. Almanya’nın savaş-sonrası dönemde çarpıcı bir bölgesel nüfus
değişim kalıbı sergilediği görülür. 1945–1960 arasında (Duvarın 1961’deki inşasından 1 yıl
öncesine kadar) çok miktarda nüfus kazandığı, bu tarihten sonra ise çok az değişim
(Doğu’nun katılması sayılmazsa) gösterdiği görülmektedir. Bunun nedenlerinin başında
savaşta kaybettiği topraklardan 8 milyon göçmenin Batı’ya sığınması gelir. 1961’den sonra
sığınmalar çok daha az sayıda olmuştur –Duvar yüzünden.
Almanya dünyanın belli başlı ekonomileri arasına yakın zamanlarda girmiştir. Günümüz
Alman ekonomisi zengin ve teknolojik açıdan güçlüdür (dünya beşincisi). Alman toplumu
için tarımın önemi, ülke gelirleri (% 1.1) ve istihdam içindeki payının (% 2.8) düşüklüğüne
rağmen, tahmin edilebileceğin çok üzerindedir. Birçok maddenin üretiminde Avrupa lideri
olması, belirli alanlarda tarım yapılan alanların oldukça yüksek bir oran göstermeleri,
özellikle batıda Avrupa standartlarına göre çok yüksek verim-hasılat alınması, doğuda
istihdam ve ekip-biçmenin hızla azalmış olması, işletmelerin büyüklüklerinde, istihdam ve
sermaye düzeyinde halen süregelen değişimler Alman tarımının başlıca özellikleridir. Genel
olarak üç alan ülkede en çok ürün alınan yerleri oluştururlar: (1)batıda Köln ve Münster
düzlükleri/alçak alanları; (2)Stuttgart, Mainz ve Frankfurt yakınlarında, güneybatıdaki bir dizi
vadi ve havza; (3)aşağı yukarı Hannover, Leipzig ve Erfurt şehirleri arasında bir çizgi gibi
uzanan, orta Almanya’daki yay biçimli alan. Almanya sanayi üretiminde de Avrupa’nın başta
gelen ülkeleri arasındadır; Ruhr, Saar, Saksonya, Berlin ve Silezya başlıca sanayi bölgeleridir.
Batı Avrupa’nın kuzeybatı köşesindeki ülkelerin üçü  -Belçika, Lüksemburg, HollandaBenelüks olarak anılırlar. Üç ülkenin birinci heceleri  -Be-Ne-Lux- alınarak verilen bu ad
bazen de ülkelerin daha çok fiziksel bir özelliğini vurgulamak üzere “Alçak Ülkeler”e (Pays
Bas) dönüşür. Gerçekten de her üç ülkenin de arazilerinin büyük kısmı deniz seviyesinden
çok az yüksek ya da deniz seviyesinde olurken, Hollanda’da deniz seviyesinden de aşağıda kalan araziler önemli bir yer kaplar. Benelüks ülkeleri dünyanın en yoğun nüfuslu ülkeleri
arasında yer alırlar ve mekân gerçekten çok değerlidir. 27.5 milyonu aşan nüfus (2011’de
Belçika: 10.364.388; Lüksemburg: 468,571; Hollanda: 16.407.491) toplam 28,554 km
2
’lik bir
alanda toplanmıştır. Nüfus yoğunlukları çok yüksektir: Belçika’da km
2
’de 883,
Lüksemburg’da 999 ve Hollanda’da da 1,033. İşte bu yüzden Hollanda yüzyıllardan beri
yaşam alanını genişletme çabalarını sürdürmüş ve bunu denizden arazi kazanarak başarmaya
çalışmıştır; ZuiderZee/Güney Denizi’nin sularının drene edilmesini hedefleyen proje,
günümüze kadar gerçekleştirilen en büyük projedir. Benelüks ülkeleri sınırlı mekânlarına ve
oldukça mütevazı kalan kaynaklarına karşılık verimli ekonomik faaliyetleriyle uluslararası
ticareti yöneten ülkeler haline gelmişlerdir. Özellikle Belçika’nın başkenti Brüksel önemli bir
siyasal rol üstlenmiştir  -Strasbourg ile birlikte Avrupa Birliği’nin başkentidir; NATO’nun
merkezi ve sayısız uluslararası örgütün idari merkezi hizmetini görmektedir; yüzlerce çokuluslu şirketin burada büroları bulunmaktadır.
Belçika, hatta başkenti Brüksel, yasal olarak Fransız ve Flaman zonlarına ayrılmıştır.
Kuzeyi, Kuzey Denizi’ne açılan kesimleri ovalarla (Flander Kıyı Ovası olarak tanınır)
kaplıdır; güneyde ise ortalama yüksekliği 200 m dolayında olan bir tepelik bölge yer alır. Bu
iki fizyografik bölge birbirinden doğu-batı uzantılı bir vadi (Merkezi Ova olarak da bilinir) ile
ayrılır. Ülke yüzölçümünde ormanların payı % 20 kadardır. İklim koşulları ılıman, yumuşak
geçen kışlar ve serin, yağışlı, nemli geçen yazlarla kendisini belli eder. Belçika’nın toplam
arazisinin% 23 kadarı tarımsal amaçla kullanılmakta ve bu alanlar üzerinde genellikle çok
küçük çiftlikler dağılmış bulunmaktadır (şeker pancarı, taze sebze, meyve, tütün yetiştirilir; et
ve süt ürünleri elde etmek için mandıracılık yapılır). Fakat kalkınmada esas rolü ağır sanayi
faaliyetleri oynamıştır. Sanayi faaliyetleri Sambre ve Maas (Meuse) nehirlerinin birleştikleri
depresyonda toplanmıştır. Bununla birlikte, ülkede iki sanayi koridoru kendilerini açıkça belli
ederler. Bunlardan birincisi doğu-batı doğrultulu maden kömürüne dayalı ağır demir sanayi
kollarının yer aldığı eski sanayi bölgesi Charleroi-Namur-Liège ekseni olarak anılandır. İkinci
koridor, daha hafif ve daha çeşitli sanayi kollarının yer aldığı, Charleroi’nın kuzeyinden
başlayıp Brüksel’den geçerek büyük Antwerp limanına uzanandır.
Hollanda  ilk bakışta geniş çapta insan-yapısı bir ülkedir; 1/5’inden fazlasını polderler
(denizden kazanılan araziler) oluşturmaktadır. Ülkenin hemen hemen yarısı deniz seviyesinin
altındadır (en alçak kesim, Zuidplaspolder -7 m’dir) ve nüfusun önemli bir bölümü denizden
elde edilen araziler üzerinde yaşamaktadır.“Düzlük” Hollanda’nın en belirgin özelliği olmakla
birlikte, dört fizyografik bölge ayırt edilebilir: (1)deniz kıyısı boyunca güneydeki Zeeland adalarından kuzeydoğudaki Alman sınırına kadar uzanan bir kumullar kuşağı; (2)Rhein, Maas
ve Ijssel nehirlerinin geniş alüvyal vadilerinin meydana getirdiği bölge; (3)Utrecht şehri ile
doğu sınırı arasında uzanan son buzul çağındaki faaliyetler sonucunda ortaya çıkmış bir dizi
çok alçak tepeler; (4)en güneyde Hollanda’nın denizden, akarsulardan ya da buzul
hareketlerinden etkilenmemiş tek belirgin yüksek kesimi Limburg; Belçika sınırında yer alan
bu bölgedeki en yüksek yer bile ancak 322 m’dir (Vaalserberg).Üçşehir  -Amsterdam,
Rotterdam  ve (Lahey olarak da anılan)  Den Haag- Hollanda’nın “üçgen” biçimli çekirdek
alanına yerleşmişlerdir. Anayasal başkent Amsterdam canlı bir ekonomik merkez, işlek bir
liman ve çeşitli hafif sanayi faaliyetleriyle Hollanda’nın gerçek odak noktasıdır. Avrupa’nın
en işlek limanı olan Rotterdam, gerek Rhein gerekse Meuse (Maas) nehirlerine giriş-çıkışlara
da hükmederek Batı Avrupa’ya açılan denizyolu kapısıdır. Den Haag ise Hollanda
hükümetinin ve Birleşmiş Milletler Uluslararası Adalet Divanı’nın konumlandığı yerdir. Bu
üçgenin dışında kalmakla birlikte Utrecht ve Eindhoven da önemli şehirlerdir.
Hollanda diğer Benelüks ülkelerine  gore tarımsal bakımdan daha gelişmiştir. Ülke
arazisinin % 27.1’ini kaplamasına rağmen son derece makineleşmiş olduğu için faal nüfusun
ancak % 4’ünü (sanayi % 23, hizmetler % 73) istihdam eden tarım faaliyetlerinin belirgin
özelliği (a)“Fabrika tarımı” olarak anılan, küçük çiftliklerde domuz ve kümes hayvancılığında
son derece özelleşmiş olması; (b)ihracat için yüksek değerli meyve ve sebze üretiminde
uzmanlaşmış olması; (c)biber, domates ve salatalık üretiminde seraların yoğun bir biçimde
kullanılmasıdır. Bununla birlikte sanayi sektörü (daha çok Kuzey Denizi ile Rotterdam
arasında gıda, petrol işleme, kimyasal maddeler ve elektrikli aletler) Hollanda ulusal gelirinin
çok önemli bir kısmını karşılamaktadır. Doğalgaz (Groningen yakınlarında) Hollanda’nın en
önemli doğal kaynağıdır ve Kuzey Denizi’nde petrol yatakları da bulunmaktadır. Ayrıca,
ülkenin eski yerleşmeleri, denizden kazanılan arazileri, lale bahçeleri ve temizliğiyle turizm
sektöründe de önemli bir yeri olduğu da bilinmektedir.
Alçak Ülkeler’in en küçüğü olan  Lüksemburg  her karış arazi parçasından maksimum
verimi sağlamak için dikkatle işlenmiş izlenimini verir. Denize kapalı bu küçük ülkenin iki
doğal bölgesi vardır: (1)ülkenin % 32’sini kaplayan Ardenlerin bir devamı olan kuzeydeki
Oesling; ve (2)ülkenin % 68’ini kaplayan güneydeki  Bon Pays(yani “Güzel Ülke”). “İyi  -
Verimli- Arazi” olarak da anılan bu ikinci bölgede, düzlüklerde tahıl ve yem bitkilerine dayalı
tarım ve arızalı/tepelik olan kesimlerde de hayvancılık faaliyetleri büyük önem taşır.
Lüksemburg, diğer küçük ülkelerin (“cep” devletler de denir –Liechtenstein, San Marino,
Vatikan gibi) tersine güçlü bir ekonomik temele ve siyasal etkiye dayalı olarak kendisini gerçek bir devlet olarak kabul ettirmiş ve varlığını böylece sürdürmüştür.  Ülke ekonomisi
imalat sektöründe demir-çeliğin egemenliğiyle ve başka bazı ağır sanayi faaliyetlerinin ortaya
çıkmasıyla güçlenmiştir. Lüksemburg’un turizm ve finans sektörleri de önemlidir; finanstaki
başarısı daha çok bir vergi cenneti gibi kullanılmasıyla ve çoğu yabancılara ait bankalar ve
başka kuruluşlarla ilgilidir.
.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder