16 Mayıs 2012 Çarşamba


1
12. HAFTA: KEMALİST ULUSÇULUK ANLAYIŞI
Özet:
Türk Devriminin ana eksenlerinden biri ulus devletin inşası ve uluslaşmasıdır. Ulus en genel
biçimde aynı tarihsel kökten gelen, kültür ve gelenek ortaklığı gösteren genellikle aynı
topraklarda ve ekonomik alanda yaşayıp aynı dili konuşan insan topluluğu olarak
tanımlanabilir. Bu tanımda dil, tarih, kültür, ülke ve ekonomi birliği vardır; ama ırk ve din
birliği geçmemektedir. Kemalist ulusçuluk anlayışı Türkiye toprakları üzerinde, evrenselliğe
de açık bir ulusal kimlik yaratma amacını güdüyordu. Burada üç kilit kavram karşımıza
çıkmaktadır. Türkiye toprakları, evrensellik ve ulusal kimlik. Türkiye toprakları vurgusu
dünya Türklüğüne ilişkin iddialar içermemesi, saldırgan ve yayılmacı olmaması, barışçı ve
savunmacı olması anlamınadır. Evrensellik yabancı ve batı düşmanlığının reddi muasır
medeniyet değerlerinin benimsenmesi hatta hedef olarak tutulması evrensel insanlık ülküsü
olarak hümanizmanın kayda alınması demektir.
12. HAFTA: KEMALİST ULUSÇULUK ANLAYIŞI
Türk Devriminin ana eksenlerinden biri ulus devletin inşası ve uluslaşmasıdır. Ulus en genel
biçimde aynı tarihsel kökten gelen, kültür ve gelenek ortaklığı gösteren genellikle aynı
topraklarda ve ekonomik alanda yaşayıp aynı dili konuşan insan topluluğu olarak
tanımlanabilir. Bu tanımda dil, tarih, kültür, ülke ve ekonomi birliği vardır; ama ırk ve din
birliği geçmemektedir.
Tarihsel bir kategori olarak ulus üç ayak üzerinde yükselmiş sayılır. Ekonomik yaşamda,
feodal toplumun içinden kapitalizmin, yerli burjuvazilerin doğması ve bunların ulusal pazar
birliğini yaratması. Siyasal düzlemde, feodal parçalanmışlıktan merkezi ulusal devletlere
geçiş. Kültürel alanda da dil ve kültür birliğinin doğumu.
Uluslaşma dünya tarihinde üç kaba dalga halinde gerçekleşmiştir. Birinci dalga özellikle
İngiltere ve Fransa’yı önüne katmış olup, 17-18. yüzyıllara özgüdür.  Farklı bir uluslaşma
anlayışını sahiplenen Amerika’yı burada anabiliriz.  İkinci dalga Avrupa ve Güney
Amerika’nın geciken uluslaşmalarıdır. Alman, İtalyan, Orta ve Doğu Avrupa uluslaşmaları ve 2
Latin Amerika’da İspanyol ve Portekiz sömürgeciliklerine karşı mücadeleden doğan  ulus
devletler bu bağlamda değerlendirilebilir. Bunların birçoğunda yabancı boyunduruktan
kurtulma mücadelesi esas itici güçtür. Üçüncü dalga 20. yüzyılda gerçekleşmiştir. Türkiye’nin
başını çektiği ve Asya-Afrika’da sömürgeciliğin tasfiyesiyle yükselen bağımsızlaşma ve
uluslaşma süreci.
Osmanlı dönemindeki ulusçuluğu ikinci büyük uluslaşma dalgasının sonlarına yerleştirmek
mümkündür. Birinci Dünya Savaşı sonrası yaşananlar, Mütarekenin ağır koşulları olumsuz ve
karanlık bir tablo çizmişti. Ama siyasal bir dönüşüm için uygun bir ortamın alt yapısı da gene
bu dönemde oluşmuştu. Çokuluslu bir imparatorluğun sürdürme yükü omuzlardan kalkmıştı.
Arap topraklarının kaybıyla doğal ulusal sınırlar doğmuştu. Bu süreçte ulusçuluk ve ulusal
bağımsızlık yükselen yeni değerler oldular. Olağanüstü olumsuz koşullar uluslaşma sürecine
ve bilincine olağanüstü bir ivme kazandırdı. Din birliği duygusunun sağladığı popüler
kaynaşma önemli olmakla birlikte Kurtuluş Savaşı ve Önderlik kendilerini dinsel olmayan
dünyevi ve ulusal kavramlarla meşrulaştırma yolunu seçtiler. İstiklal Harbi, İstiklal-i Milli,
Kuva-yı Milliye, Müdafa-i Hukuk-ı Milliye vb.
Böylece milliyetçilik egemen ideoloji durumuna yükselmekteydi. Anavatanın işgalini ve
sömürgeleştirilmesini reddeden yerel ve ulusal önderlerle birlikte, orta sınıfların
antiemperyalist milliyetçiliği kendini adım adım kabul ettirdi. Kurtuluş Savaşı dönemi
ulusçuluğunun dikkat çekici özellikleri  vardır. Antiemperyalist olmak bunların en başta
gelenidir. Aynı yıllarda Çin ve İran’da görülen ulusal mücadelelerde de kendini göstermişti.
Ulusal bağımsızlık ve ulusal ekonomi bütün bu hareketlerin ortak hedefleriydi. İkinci özellik
tepkici olmaktır. Bununla kastedilen başka ve dış güçlere ve değerlere karşı doğmuş olmaktır.
Irkçı olmamak, toplayıcı olmak vurgulanması gereken bir başka özelliktir. Hareket ırk ya da
kan birliği tezine değil, birlikte yaşama azmine dayalıdır, kendini bu şekilde ifade etmektedir.
1918-1925 belgelerinde Türkiye Devleti, Türkiye Halkı, Türkiye ahalisi, kardeş milletler,
Anadolu milleti gibi deyimler gözde formülasyonlardır. Kurtuluş ulusçuluğu, Alman
teorisindeki nesnel birlik öğelerine (ırk, kan,  dil vb.) değil, Fransız (Renan) yaklaşımındaki
“öznel öğe”ye (inanç, istek) dayanmış gibidir. Nesnelci  (objektivist) değil, öznelci
(sübjektivist) tabiattadır.
Uluslaşma birçok batı ülkesinde ulusal merkezi devletten önce başlamış sosyolojik bir
süreçtir. Ulusal toplum yani ulus ulusal devlete öngelmiştir. Başka bir ifadeyle Millet Devleti 3
yaratmıştır. Bu oluşum en azından ikiyüzyıllık bir zaman sürecine yayılarak yaşanmıştır.
Türkiye’yi 1920’lerdeki ulusal devlet modeline sıçratan asıl dürtü, kendiliğinden bir
uluslaşma birikiminden çok istisnai bir olayda Kurtuluş Savaşında gizlidir. İdeolojik planda
savaşın antiemperyalist karakteri ulusçu bilinçlenmeyi körüklemiştir. Siyasal alanda ise
antiemperyalist karakter feodal işbirlikçi unsurları siyasette geriletirken, ulusal orta sınıfların
yurtsever unsurlarının yıldızını parlatmış, bunları siyasal iktidar katına çıkartmıştır. Kurumsal
düzeyde savaş meclisli anayasalı bir devlet düzeni içinde yürütülmüştür; ve bu devlet daha o
zamandan ulusal niteliktedir (Türkiye Devleti).
Savaşın ulus devlete geçişi temellendiren özellikleri bunlarken savaş sonrası durumun ulusal
bir devletin kuruluşunda üç büyük katkısı olmuştur. İlk katkı egemen-bağımsız bir devletin
ortaya çıkmasıdır. Kurtuluş savaşı yalnızca siyasi bağımsızlığı değil ekonomik, mali, askeri
ve kültürel bağımsızlığı da beraberinde getirmiştir. Ulusal devletin kurulmasını kolaylaştıran
ikinci etmen ulusal sınırlar olgusudur. Birinci Dünya Savaşı Arap Ortadoğusunun
Osmanlı’dan kopuşuna neden olmuş milli mücadelede Misak-ı Milli ile çizilen sınırlar Batum
ve Musul dışında gerçekleşmişti. Yeni devletin topraklarının anavatan toprakları olması bu
devletin ulusal karakter taşımasını kolaylaştırıyordu. Üçüncü katkı devletin nüfus unsuru
açısındandır. Osmanlı sistemi çokuluslu bir imparatorluk sistemiydi. Misak-ı Milli ile çizilen
sınırlar ise eskiye oranla daha türdeş bir nüfus yapısı barındırıyordu. Savaşlar sırasındaki ve
sonrasındaki yaşanan birtakım trajik olaylar da türdeşleşmeye hizmet etmişti. Ermeni tehciri
(1915), Batı Anadolu ve Trakya Rumlarının gidişi (1922), nüfus mübadelesi (1923 sonrası)
vb. çokuluslu bir yapıdan daha türdeş ve hakim uluslu bir yapıya geçişi kolaylatırdı.
1924 Anayasasına göre “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle
Türk denir” Anayasa dinsel ve ırksal farklılıkların bulunduğunu, ama Türklük sıfatının dinsel
ve ırksal bir anlam içermediğini, bunu yalnız coğrafi (Türkiye ahalisi) ve siyasal (vatandaşlık)
bir bağ ifade ettiğini vurgulamaktadır.
Batılı modellere bakıldığında ulus devletin genelde güçlü bir dip dalgasına uluslaşma temeline
oturduğu görülmektedir. 20. yüzyılda ve özellikle Üçüncü Dünya ülkelerinde bu süreç tersine
bir yön alacaktır. Bu ülkelerin çoğunda aniden ya da ulusal savaşlar sonucu doğan ulus devlet
güçlü bir uluslaşma temeline dayanıyor değildi.  Bu nedenle genç devletler tarih sahnesine
çıktıklarında daha güçlü bir şekilde kendi toplumlarına yöneldiler ve ulusu yaratma işine
giriştiler. Bu süreç ister istemez az ya da çok dozlarda otoritarizmi de beraberinde getirdi. 4
Üçüncü Dünya ülkelerinde otoriter rejimlerin yaygınlığının bir nedeni buydu. Her ulus
yaratma süreci (ulusun inşası) toplumu türdeşleştirmeci ve uyumlaştırma da demektir ki
bunun da baskıcı yöntemleri davet etmesi kaçınılmazdır.
Türkiye’de siyasal bağımsızlık sonrası devrimci hükümet devletin ulusallaşmasını büyük
çapta gerçekleştirdikten sonra (1920-24), yukarıdan aşağı bir süreci başlattı. Ulusal kimlik
yaratma amacıyla bir dizi köklü atılımlara girişti. Prof. Bülent Tanör Kemalistlerin ulusçuluk
yaklaşımının ne olduğunu anlayabilmek için öncelikle ne olmadığından bahsetmek gerektiğini
belirtir. Yeni iktidar ulusçuluk anlayışı ve uluslaştırıcı siyasal yöntemleri bakımından:
a) Monarşist değildir; Osmanlıcılıktan kopmuştur, monarşiyi devirmiştir.
b) Dinsel temele dayanmaz; İslamcılıktan uzak ve siyasal alanının dışında tutmaya
kararlıdır.
c) Kültüralist değildir; dünya Türklüğünün birliği anlamındaki Türkçülükle ilgisi yoktur.
Türkiye coğrafyası içindedir.
d) Irkçı değildir; Panturanizme ve Pantürkizme şiddetle karşıdır.
e) Yabancı düşmanı (xénophobe) değildir; antiemperyalist tavırlarını batı düşmanlığına
çevirmeyi reddeder.
f) Sınıf bilinci ve mücadelesi yanlısı değildir; ulusu sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış bir
kitle sayar.
Kemalist ulusçuluk anlayışı Türkiye toprakları üzerinde, evrenselliğe de açık bir ulusal kimlik
yaratma amacını güdüyordu. Burada üç kilit kavram karşımıza çıkmaktadır. Türkiye
toprakları, evrensellik ve ulusal kimlik.
Türkiye toprakları vurgusu dünya Türklüğüne ilişkin iddialar içermemesi, saldırgan ve
yayılmacı olmaması, barışçı ve savunmacı olması anlamınadır.
Evrensellik yabancı ve batı düşmanlığının reddi muasır medeniyet değerlerinin benimsenmesi
hatta hedef olarak tutulması evrensel insanlık ülküsü olarak hümanizmanın kayda alınması
demektir.5
Ulusal kimlik saptanması en zor ana hedeftir. Bu durum uygulamada “Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşı kimliği” ile “Türk kimliği” arasında gidip gelmelere konu olacaktır. Daha çok da
birincisinden ikincisine kayış söz konusudur.
Bu noktada uluslaştırıcı politikaların ideolojik, siyasal, hukuki ve bastırıcı araç ve aygıtları
üzerinde durulması gerekir. İdeolojik araç ve aygıtların başlıcaları laiklik ile kültür ve eğitim
kurumlarıdır. Laiklik ulusçuluğun en önemli ideolojik desteği oldu. Din egemenliğinden ulus
egemenliğine, ümmetten millete geçişte kilit rol oynadı. Bunun aracılığıyla dinsel kimlik
yerine ulusal kimlik ön plana çıkarıldı.
Kültür ve eğitim kurumları, uluslaştırıcı-laikleştirici politikaların başlıca aygıtıdır. Öğretimin
birleştirilmesinden sonra MEB, okuma yazma kursu niteliğindeki Millet Mektepleri (1928)
Türk Ocaklarının yerine kurulan Halkevleri ve büyük köylerdeki Halkodaları (1932) köklü bir
tasfiye ve reformdan geçirilen üniversite (1933) ve yeni yüksek öğretim, orta ve yüksek
öğretime konan İnkılap Tarihi Dersleri (1933-34), Köy Enstitüleri (1940) topluma ulusal
bilinç aşılayan kurumlar olmuşlardır.
Siyasal araç ve aygıt olarak en önemli kanal Parti’dir. Rejim siyasal anlamda da devletçiydi,
tek partiliydi. Devletin kendi milletini oluşturmasına ve Devlet-Millet bağlantısına aracılık
eden temel siyasal araç Cumhuriyet Halk Fısrkasıydı. Ancak rejim otoriter, parti sistemi de
tekelci olduğundan bu köprünün trafiği Devletten Millete doğru işliyordu.
Hukuki araç esasta hukuk devriminin kendisidir. Laiklik temeline dayalı hukuk birliği ve
tekliği toplumu ve yurttaşları birleştirmenin, uluslaştırmanın hukuki aracı olmuştur.
Bastırıcı araç ve aygıtlara gelince genelde otoriter tek partili rejim, özel olarak da Takrir-i
Sükun Kanunu, İstiklal Mahkemeleri, parti kapatma kararları (TPCF), İskan kanunu (1934) bu
alanda anılması gereken uygulamalardır.
Uygulama alanına gelindiğinde uluslaştırıcı icraatın çok geniş sahalara yayıldığı görülür.
Denebilir ki devrimlerin hemen hepsinde uluslaştırıcı bir yönelim vardır. Burada toplumsal ve
kültürel yaşamla ilgili olanlar ilk akla gelenlerdir. Toplumsal yaşam yeni bir ulus anlayışı
çerçevesinde yeniden düzenlenmek istenmiştir. Nüfus hareketleri bu yönde dikkati çeken
uygulamalardır. 1923 nüfus mübadelesi nüfusun türdeşleştirilmesi doğrultusunda bir adımdı. 6
İskan Kanunu ile (1934) Kürt nüfusun bir kesiminin batı illerine yerleştirilmesi de aynı
doğrultuda bir eritme denemesidir.
Ümmet toplumundan ulus toplumuna geçişi  göstermesi anlamında tekke ve zaviyelerin
kapatılması, tarikatların yasaklanması da anlamlıdır (1925). Bunlarla cemaat yapısı kıırlmak,
yerine vatandaş eksenli ulus yaratılması hedeflenmiştir. Yine toplumsal yaşam içinde biçimsel
ya da simgesel görünüşlü bir takım yenilikler ulusa temelde bütünleştirici bir işlev
yüklenmişlerdir. Şapka kanunu, ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi daha sonra ezan ve
hutbelerin Türkçeleştirilmesi kararı bunun göstergesidir. Soyadı kanunu ile ağa, bey, paşa,
hafız, hoca vb. unvanların, dinsel ve feodal aidiyet simgelerinin silinmesi hedeflenmiştir.
Bunların yerine aile ve ulus bağları getirilmiştir.
Kültürel yaşam ulusal kimlik yaratmanın gözde alanı olmuştur. Alfabe, dil, eğitim ve öğretim
ve tarihyazıcılığı bu dönemde köklü değişiklikler geçirecektir. Ulus oluşturmanın önemli bir
manivelası standartlaşmayı amaçlayan kültür politikasıydı. Bunun en radikal örneği alfabe
değişikliğiydi (1928). Kolay ve dile uygun bir alfabe ulusal kültür politikaları için son derece
elverişli bir araç durumuna geldi. 1729-1928 arasında basılan kitap sayısının (30.000) alfabe
değişikliğini izleyen 16 yılda yakalanmış olması bunu göstermektedir. Kemalist önderlik dil
ve uluslaşma arasındaki bağa büyük önem vermiş 1930’lardan itibaren Arapça-Farsça etkisini
kırıp Türkçe köklerden ortak ulusal bir dil yaratmayı hedeflemiştir. Derleme ve sözcük üretme
çalışmaları bunun besin kaynağını oluşturmuştur. Alfabe ve dil devrimi çarpıcı bir başarı
kazandı. Okuryazarlık yükseldiği gibi ortak ve anlaşılabilir bir dil doğdu.
Eğitim ve öğretim alanındaki uygulamalara gelince, kültürel dönüşüme büyük önem veren
Cumhuriyet rejimi uluslaştırma politikalarında bu araçlardan alabildiğine yararlandı. Bütün
öğretim kanallarının birleştirilmesi (1924), din öğretimine giderek son verilmesi, bunun
kişilere ve aileye bırakılması, yabancı okullardan dinsel eğitim ve simgelerin kaldırılması
bunların ilk kısımlarının kapatılması gibi önlemler ulusal-laik eğitimle beslendi.
Tarih anlayışı alanındaki değişim, uluslaştırma çabalarının bir başka boyutudur. Geleneksel
tarih anlayışı ve öğretimi İslam ve Osmanlı eksenliydi. Yeni anlayış bunların yerine ulusun
tarihini geçirdi. Bu çizgide İslam öncesi tarihe ve eski Anadolu uygarlıklarına da ağırlık
verildi. Türklerin ve Anadoluluğun kökenleri derinleştirildi. O kadar ki bir ara Hititler ve
Sümerler bile Türkleştirildi. Tanör’ün de belirttiği gibi dil, tarih ve ulusçuluk anlayışları 7
konusunda kimi zaman bilim dışı ve hatta aşırılıklara savrulunduğunu kabul etmek gerekir.
Güneş Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezi bu bağlamda ilk akla gelen yönelimlerdir. Ancak
belirtmek gerekir ki kısa süre sonra terk edileceklerdir.
Uluslaştırma politikalarının bir diğer sancılı yönü ise milli birlik ve beraberlik ülküsünün
düşünsel ve sınıfsal farklılıkları bastırıcı yönü olmuştur. Bu otoriter zihniyetin sakıncaları
özellikle çok partili yaşamda daha somut olarak hissedilecektir. Düşünce ve örgütlenme
yasakları köklerini büyük çapta bu tarz otoriter milliyetçilikten almışlardır. 1947 tarihli İşçi ve
İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkında Kanun’un 5. maddesindeki şu ibare bunu
yeterince ortaya koyar: “Sendikalar milli teşekküllerdir. Milliyetçiliğe ve milli menfaatlere
aykırı hareket edemezler.”
Bu gibi ciddi handikaplarına karşın Türk uluslaşma ve ulus devlet modelinin genelde başarılı
olduğu kabul edilebilir. Bir kere ulus devlet sınırları, ana kuruluşlarıyla süreklilik
göstermiştir. Monark, monarşi ve din eksenli birlik ve kimlik anlayışlarının yerini, ulusçuluk
ve ulusal aidiyet duyguları büyük çapta doldurmuştur. Belirtilen sancılı süreçler ve yarattıkları
sorunlar saklı kalmak üzere denebilir ki, Türkiye’deki uluslaştırma süreci üç nokta açısından
özgün ve orijinal karakterdedir.
a) İlk dönem Avrupa modellerinden etkilenmiş olmakla birlikte onları aynen izlemeden
de alternatif uluslaşma modelleri kurulabileceğini kanıtlamış olması,
b) Uluslaşma sürecinde uzun zamana yayılan sosyo-ekonomik faktörlerin nispeten zayıf
olduğu bir ülkede, siyasal ve ideolojik dürtülerin ne kadar önemli olduğunu göstermiş
olması,
c) Uluslaşma yolunda tarihsel bir birikim yine de belli ölçülerde varolduğu bir ortada,
trajik bir olayın (işgal) ilerici seçkinler tarafından nasıl başarıyla kullanılıp (kurtuluş)
nicel birikimden nitel sıçramaya potansiyel halden gerçekliğe dönüştürülebileceğini
ortaya koymuş olması…
Ulusal Kültür Tartışmalarında İlgi Çekici Bir Başlık Ulusal Müzik
Ulus inşası süreci ulusal kültürün ve varolan mirasın da yeniden yorumlanmasını zorunluluk haline
getirmektedir. Edebiyat, müzik ve güzel sanatlar da bu süreçten doğal etkilenmektedir. Cumhuriyet 8
döneminde yaşanan modernizasyon süreci toplumsal ve kültürel alanda yeni yaşam kalıplarını
gündelik yaşama adapte etmeye çalışmıştır. Özellikle kültürel alanda görülen Batılı kalıplar toplumun
çehresindeki değişiminin göstergesi olarak addedilmesi bakımından ayrı bir öneme sahiptir. Toplumu
“çağdaş bir düzeye eriştirme” ve bunu yaparken de şekillendirme iddiası dönemin siyasi seçkinlerinin
kültüre bakışını biçimlendirmiştir. Cumhuriyet döneminin kültür politikaları arasında en yoğun vurgu
yapılanlardan birinin müzik olması dikkat çekicidir.  Mustafa Kemal daha 14 Ekim 1925’de İzmir Kız
Öğretmen okulunda yaptığı bir konuşma sırasında kendisine yöneltilen  “Hayatta  musiki lazım
mıdır?” sorusuna  “Hayatta musiki lazım değildir. Çünkü hayat musikidir. Musiki ile alakası olmayan
mahlukat insan değildir. Eğer mevzu-i bahis olan hayat insan hayatı ise musiki behemehal vardır.
Musikisiz hayat zaten mevcut olamaz.” şeklinde yanıt vermiş, bununla birlikte musikinin niteliğinin
tartışma konusu olduğunu belirtmişti.
Cumhuriyet dönemine gelindiğinde müzik alanında uygulanan politikaların düşünsel altyapısı 19.
yüzyılın son çeyreği ve 20. yüzyıl başlarında yaşanan tartışmalara dayanıyordu. Bu tartışmalarda öne
çıkan en temel tez Geleneksel Türk Müziğinin gayrı milli olduğu ve Batı tekniğine dayalı ancak ulusal
form ve duygulardan hareket ederek yaratılan yeni bir müziğe ihtiyaç duyulduğuydu. Bu konudaki
görüşleriyle öne çıkan en etkili isim hiç şüphesiz 1924 yılında ölmesine rağmen düşünsel etkileri
sonraki dönemde de siyasi elit üzerinde kendisini gösterecek olan Ziya Gökalp’tir. Gökalp,
Türkçülüğü Esasları adlı eserinde kültür ve uygarlık kavramlarını birbirlerinden ayırmaktadır. Ona
göre kültür bir ulusun “dini, ahlaki, hukuki, muakalevi, bedii, lisani, iktisadi ve fenni” yaşamlarının
uyumlu bir bileşeni, uygarlık ise aynı  “mamure”ye dahil birçok ulusların toplumsal yaşamlarının
toplamıdır. Örneğin bütün Avrupalı milletlerarasında ortak bir Batı uygarlığı vardır. Bu uygarlığın
içinde birbirinden ayrı ve bağımsız olmak üzere bir İngiliz kültürü, bir Fransız kültürü vardır. Kültür
ulusal, uygarlık ise uluslararasıdır. Buradan hareketle memleketimizde bir arada yaşayan iki müziğin
olduğunu söyleyen Gökalp’e göre, bunlardan birisi halk arasından doğan  “kaidesiz, usulsüz, fensiz
melodilerden oluşan Türk müziği, diğeri ise Farabi’nin Bizans’tan tercüme ve iktibas ettiği Osmanlı
müziğidir. Bunlardan birincisi kültürümüzün ikincisi ise uygarlığımızın müziğidir.” Klasik Türk
Müziğini Osmanlı İttihadı Anasır Müziği olarak adlandıran Ziya Gökalp, söz konusun sentezin ‘gayr-i
milli’ bulur ve ulusal müziğin yaratılmasıyla ilgili şunları söyler:  “Halk musikisi harsımızın, garp
musikisi de yeni  medeniyetimizin müzikleri olduğu için her ikisi de bize yabancı değildir. O halde,
milli musikimiz memleketimizde halk musikisiyle garp musikisinin imtizacından doğacaktır. Halk
musikimiz bize birçok melodiler vermiştir. Bunları toplar ve garp musikisi usulüne armonize edersek,
hem milli hem de  Avrupai bir musikiye malik oluruz.”
Cumhuriyetin siyasi seçkinleri içinde müzikte değişimden yana olmak devrimi anlamlandırmakla eş
anlamlı kabul edilmektedir. Mustafa Kemal’in Emil Ludwig ile yaptığı bir konuşmada yer alan
Montesqueu’nun ‘Bir Milletin musikideki meyline ehemmiyet verilmezse, o milleti ilerletmek
mümkün olmaz’ sözünü okudum, tasdik ederim. Bunun için musikiye pek çok itina göstermekte 9
olduğumu görüyorsunuz.” şeklindeki ifadeler söz konusu yaklaşımı ortaya koymaktadır. Aynı
konuşmada Türk müziğinden Bizans müziği olarak söz edilmesi ve Batı müziğinin benimsenmesi
konusundaki hassasiyetin ortaya konması Mustafa Kemal’in Ziya Gökalp’ten etkilenmiş olduğunu
göstermektedir.
Türkiye’de cumhuriyetin ilanıyla birlikte kültür alanında özellikle müzik alanında da ilk adımlar
atılmaya başlandı. 1923 yılında Musiki Encümeni lağvedilerek, vilayete bağlanan Darülelhan’a “Garp
Musıkisi Şubesi” açıldı. Burada asıl beklenti gelecekte açılacak olan konservatuarlara temel olacak bir
kültür kurumunu hazırlanmasıydı. Darülelhan 14 Eylül 1923 Cuma günü, İstanbul Valisi Haydar
Bey’in desteği üzerine Musa Süreyya Bey’in yönetiminde yapısında bir takım değişikliklerle yeniden
yapılandı. Müzikte kurumsallaşmayla ilgili bir diğer girişimse saraya bağlı Makam-ı Hilafet
Muzıkası’nın Ankara’ya alınarak Riyaseticumhur Filarmonik Orkestrası haline dönüştürülmesidir.
1926 yılı hükümetinin müzik politikası daha belirgin bir hal almıştır. 9 Aralık 1926 tarihinde Maarif
Vekili Mustafa Necati Bey’in girişimiyle kurulan Sanayi-i Nefise Encümeninin çalışmaları sonucunda
Darülelhan’daki Türk müziği eğitimine son verilir. Bununla birlikte klasik Türk müziği uzmanlarından
oluşan icra heyetiyle tasnif heyeti bırakılır. Dönemin basınında konu geniş yer bulur. Rauf Yekta Bey
gazetelerde yer alan “Türk musikisi ilga edilemez” başlıklı haberler karşısında “Başka memleketlerde
olsa bu sözden vehleten kimse bir şey anlamaz. Öyle ya! Bir milletin musikisi resmi bir encümenin
kararıyla nasıl ilga olunabilir” demek suretiyle duygularını ifade eder. Yeni bir yönetmelikle İstanbul
Belediyesi’ne bağlanan Darülelhan’ın adı değiştirilerek İstanbul Belediye Konservatuvarı yapılır.
Cumhuriyet hükümeti siyasal olarak tercihini Batıdan yana koyarken, müzik alanında da tam olarak
Batılı bir model arayışına girmişti. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, konuyla ilgili görüşlerini 1928
yılında Sarayburnu’nda yaptığı bir konuşmayla halka açıklamıştı;  “Artık bu şark musıkisi, bu basit
musıki, Türkün çok münkesif ruh ve hissiyatını tatmine kafi gelmez” sözü yeni yönelişin ifadesi olarak
algılanmıştı. Konuşmanın yankıları kısa sürede görülecekti.  
1930 ve hemen sonraki yıllarda CHP’nin arayışı içinde bulunduğu şey, ülkede disiplini sağlayacak,
devrim ilkelerinden sapmayacak ve bunları topluma aşılayabilecek sağlam bir siyasal örgütleniş
biçimiydi. Söz konusu arayışlar sonucunda 1930’larda iyice belirginleşmeye başlayan parti-devlet
özdeşliği ülkedeki tüm siyasal yapılanmasının tek bir partinin denetiminde gerçekleşmesine  neden
olmuştur. Tek parti yönetimi kurumsallaşma çabalarına bağlı olarak kültür konusuna daha yoğun ilgi
göstermeye başlamıştır. Dil ve Tarih alanında atılan kurumsallaşma adımları, üniversite reformu,
Halkevleri’nin kurulması aynı sürece rastlarken kültür ve eğitim konusu hükümetin eğildiği öncelikli
konular arasına girmiştir.10
TBMM’nin 1 Kasım 1934 günkü açılış oturumunda konuşan Mustafa Kemal’in konuşmasında Türk
müziği ve geleceğine ilişkin söyledikleri 1930’ların ikinci yarısında yoğunlaşan ‘musiki inkılabına’
dair tartışmalarda siyasi iktidarın beklentilerini ortaya koymada belirleyici oldu. Cumhurbaşkanı güzel
sanatlar alanında özellikle Türk müziği alanında köklü değişimlere gerek olduğunu belirtiyor  Bir
ulusun yeni değişikliğinde ölçünün musikide değişikliği alabilmesi ve kavrayabilmesi olduğuna dikkat
çekiyordu.  Mustafa Kemal’e göre    “Bugün dinletilmeye çalışılan musiki yüz ağartacak değerde
olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişleri
toplamak, onları genel son musiki kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak bu düzeyde Türk ulusal
müziği yükselebilir, evrensel musiki içinde yerini alabilir.”
Aslında temel yaklaşım olarak Joseph Marx’la çelişmeyen bu konuşma ilk etkisini hemen ertesi gün
gösterdi. 2 Kasım tarihli Vakit Gazetesi’nde “Alaturka musikiye paydos!” başlıklı yazıda “Büyük şefin
nutuklarındaki işaret üzerine, Dahiliye Vekili’nin emriyle bu akşamdan itibaren Ankara ve İstanbul
radyolarında, alaturka neşriyata son verildiği” açıklanıyordu. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Bey’in
emriyle uygulanan karar, gerçekte uzun yıllardan beri devam eden bir yaklaşımın sonucuydu. 1930’lu
yılların başlarından itibaren radyodan yapılan müzik yayınları eleştirilere neden olmaktaydı. Radyo,
“hars ve müzik terbiyesini” yozlaştırmakla, radyo yöneticileri “gayr-ı mesul kuvvet vaziyetinde halkın
kafasında hükümran olmak istemekle” suçlanırken, devletin radyoyu daha yakından denetlemesi
gereği sıklıkla dile getiriliyordu.  Yeni Adam’da yayımlanan bir yazısında İsmail Hakkı Baltacıoğlu
“İstanbul Radyosu için model Kahire değil, radyolarını kültürleştiren Avrupa milletlerindedir”
demekteydi. Tüm bunların üzerine bizzat cumhurbaşkanının mecliste yaptığı konuşmanın da bu
şekilde yorumlanması 2 Kasım 1934’ten başlayarak, 6 Eylül 1936 tarihine kadar radyodan Türk
müziği yayınlarının kaldırılmasına yol açmıştır.
4 Temmuz 1934 sayılı Resmi Gazetede yer alan düzenlemeyle Musiki Muallim Mektebi ilk mektep
tahsili üzerine kurulmuş altı senelik yatılı ve parasız bir eğitim kurumu olarak tasarlanmıştı. Burada
umumi orta tahsille birlikte nazari ve ameli müzik eğitimi verilerek, öğrencilerinden her birinin bir
sazı çalacak ehliyette yetiştirilmesi sağlanacaktı. Okula, kız ve erkek ilk mektep mezunları yarışma ve
musikiden bir sınavla, orta derecedeki mektepler öğrencilerinden müzik bilenler yine sınavla kabul
edileceklerdi.
Hükümetin, müzik politikalarını yönlendirme işlevini, kültür politikasının temel sorunlarından biri
haline getirdiğinin önemli göstergelerinden biri de 1935’te CHP Genel İdare Kurulu tarafından ana
hatları çizilerek Genel Başkanlık Divanı’nda onaylanan Parti Programı Taslağı’nın iki maddesinin,
doğrudan müzik alanında yapılacak değişikliklerle ilgili olmasıydı. Programın 43. maddesinde, “güzel
sanatlara, bilhassa musikiye inkilabımızın yüksek tecellisiyle mütenasip bir surette ehemmiyet 11
vereceğiz” denilmekte, 51. maddede ise “milli opera ve tiyatro mühim işlerimiz arasındadır” ifadesi
yer almaktaydı.
Konservatuarın kurulması çalışmaları 1935 yılında yoğunlaştı. Ünlü müzik adamı  Hindemith 1936
yılının mart ve mayıs aylarındaki Türkiye ziyareti sırasında  ‘Türk Musiki Hayatını Kurtarmak İçin
Teklifler’ başlıklı bir rapor sundu. Türkiye’de yaşayan müziği kentsel müzik ve halk müziği diye ikiye
ayıran, şehir müziğini yabancı kökenli ve gelişmeye elverişli bulmayan Hindemith, Avrupa’nın form
ve armoni esaslarını Türk halk müziği melodisi ve ritminin en sade unsurlarıyla bezeyerek yapılacak
kompozisyonları çözüm olarak göstermişti. Hindemith’in hazırladığı 20 Nisan 1936 tarihli
yönetmeliğe göre, konservatuar; bağımsız müzik okulu, öğretmen semineri (Musiki Muallim Mektebi)
ve tiyatro mektebi olmak üzere üç bölümden oluşuyordu.
Ulus devletin oluşumu ve vatandaşın yaratılması sürecinde karşılaşılan en önemli sorun,  halka
ideolojik yüklemeyi yapacak eğitim kurumlarının kurulmasıydı. Tevhid-i Tedrisat Yasası ile  tüm
eğitim kurumları birleştirilmişti; ancak, örgün eğitimin yanında halkın gündelik yaşamın çeşitli
aşamalarında yararlanabileceği türden yapılanmalara yeterince yer verilememişti. 1911’den beri
çalışmalarını sürdüren ve amacını “Türkler’in kültürel birliğine ve uygarlıkta yücelmesine çalışmak”
olarak belirleyen Türk Ocakları ise 1930’lara gelindiğinde hükümetin politikasını ve önceliklerini esas
almaktan uzak bir görüntü sergilemekteydi. Gerçi 1926 tarihli Türk Ocakları Mesai Programı’nın
müzikle ilgili bölümünde dile getirilenler dönemin ruhuna uygundu. Burada toplumsal anlamadaki en
önemli zaferlerden biri olduğu belirtilen musikide noksanlıkların olduğuna dikkat çekiliyordu. Türk
ocaklarının tedarik edecekleri musikinin Avrupa musikisi olduğu belirtiliyor, hakiki Türk musikisinin
mazide değil istikbalde olduğuna işaret ediliyordu. Bununla birlikte Türk Ocakları programında yer
alan başlıkları tam anlamıyla hayata geçirmeyi başaramadı.
30’ların ilk yarısına damgasını vuran ekonomik sarsıntı ve uluslararası siyasetteki gerilim ortamı,
rejimi temellerini sağlamlaştırma konusunda daha ihtiyatlı yapmaktaydı. Bazı ocakların alfabe ve
kılık-kıyafetteki değişikliğe karşı olmaları, ayrıca kurumun Serbest Fırka yanlıları için barınak vazifesi
gördüğü iddiaları son olarak 1930 yılı boyunca yer yer baş gösteren dini ayaklanmalara karşı pasif
tutumları, CHP içinde bu kurumlara karşı muhalif seslerin yükselmesine neden oldu. Bunun üzerine
10 Nisan 1931’de olağanüstü olarak toplanan kurultay 257 şubesi bulunan Türk Ocaklarının
kapatılmasına, sahip olduğu tüm hakların CHP’ye devredilmesine karar verdi. 1932 Şubatında
Ankara’da açılan Halkevleri yeni dönemin beklentilerini yerine getirmek misyonunu üstlenecekti.
Halkevleri’nin birinci kuruluş yıldönümünde Halk Partisi Kültür Şubesi Şefi Necip Ali Bey’in
konuşmasında bu hedef bir kez daha vurgulanmıştı. Burada  yeni musiki tekniği içine milli namelerin
gireceği ve beynelmilel musiki hayatında Türk musikisinin tıpkı Rus musikisi, Macar musikisi gibi
şahsiyeti olacağına işaret ediliyordu.12
Halkevleri’nin müzik politikasına dair önemli girişimleri arasında  halk ezgilerini derleyip bir araya
getirme çabaları önemli yer tutmuştur. Özellikle Ankara Halkevi bununla ilgili önemli adımlar
atmıştır. Bu amaçla Macar asıllı besteci ve müzikolog Bela Bartok Türkiye’ye davet edilmiştir. Bartok
Mayıs 1936’da Ankara Halkevi’nden “genel olarak halk musikisini inceleme yöntemleri, özel olarak
da okulun başlıca bölümleri” hakkında konferanslar vermek üzere resmi bir davet aldı. Fakat bu
konferanslar bestecinin yoğun programı nedeniyle aynı yılın kasım ayında gerçekleşebilmişti. 1939
Kasımının 6, 9 ve 10’unda  gerçekleşen 3 konferansta Türk ve Macar halk müziği üzerine inceleme
sonuçlarını paylaştı.  Bunun yanısıra Ankara ve Adana yöresinde Ahmet Adnan, Ulvi Cemal ve Necil
Kazım gibi genç bestecilerden oluşan bir ekiple saha araştırması yaptı.
1930’ların kültür politikasında çokseslilik ve ulusal müzik tartışmalarında ağırlık kazanan bir başka
konu ulusal operadır. 1923’te cumhuriyet ilan edildiğinde operaya olan ilgi İstanbul ve İzmir’deki
Levanten çevrelerle sınırlıydı. İstanbul azınlıkları arasında özel bir opera kulübünün kurulup, şan
çalışmış gençlerin konserler verdiği ve opera plakları dinletilerinin yapıldığı bilinmektedir. Henüz
1928 yılında Ankara’da yayımlanmaya başlayan  Tiyatro ve Musiki adlı dergide başkentte bir milli
tiyatro binasının yapılacağı haberinin yer alması konuyla devletin ilk yıllardan itibaren ilgilendiğine
işaret etmektedir. 1930’dan itibaren Türk Yurdu gibi dergilerde yayımlanmaya başlanan makalelerde
opera konusu ele alınıyor ve “musiki sahasında yürüyeceği istikameti henüz yeni çizmeye başlayan
memleketimizde senfonik konserler milli sanatı memlekete kazandırmak şerefini operaya terk
etmelidir” şeklinde yorumlara yer veriliyordu.
Ulusal Opera konusundaki girişimlerde 1934 önemli bir yıl olmuştur. Ahmet Adnan Saygun’un ve
Necil Kazım Akses’in bestelemiş oldukları üç ulusal opera, Halkevi salonlarında oynanmıştır. Olayın
diğer önemli bir yönü bu operaların bizzat Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in teşvikiyle bestelenmiş
olmalarıydı. Operalardan ilki Adnan Saygun tarafından İran Şehinşahı Rıza Şah Pehlevi’nin
Türkiye’yi ziyareti şerefine bestelenmiş olan  Özsoy Operası’ydı. 19 Haziran 1934 akşamı Ankara
Halkevi’nde temsil edilen operanın konusu Mustafa Kemal tarafından belirlenmiş ve librettosu
üzerinde düzeltmeler yapılmıştı. Metnini Münir Hayri Egeli’nin yazdığı eserin konusu mitolojiden
alınmıştı. Librettoda, devrin ruhunu yansıtan temalar tarihsel sürece göndermeler yapılmaktaydı. 1934
yılında  Özsoy’dan sonra temsil edilen diğer operalar Saygun’un bir perdelik  Taşbebek Operası ve
Akses’in bestelediği Bayönder Operasıydı. Mustafa Kemal’in Ankara’ya gelişinin 15. yıldönümünde
sergilenen Taşbebek operasının librettosu Özsoy’da olduğu gibi Münir Hayri Egeli tarafından yazılmış,
gerekli görülen yerlerde Atatürk tarafından düzeltmeler yapılmıştı. Akses’in Bayönder’i ise 28 Aralık
1934 gecesi temsil edilmişti.
  13
Kemalist projenin “bütüncül yaklaşımı çerçevesinde siyasal reformların yanında kapsamlı toplumsal
reformlar yapılmıştır. Osmanlı örneğinde taşıdığı anlamın ötesinde Batılılaşma belli kurum ve
teknolojilerin uyarlanması olarak değil, Batılı bir dünya görüşünün topluma kazandırılması biçiminde
değerlendirilmiş, 1940’lara kadarki dönemde Batılılaşma Batılılaştırma biçimini almıştır. Kılık
kıyafetten, gündelik yaşamın diğer alanlarındaki davranış kalıplarına kadar bir çok öğe Batıdaki
karşılığına uygun biçimde düzenlenmiştir. Siyasi elit kültür konusunda da belirleyici niteliğini
korumuştur. Hiç şüphesiz cumhuriyetin ilk yıllarında izlenen kültür politikası içinde müziğin özel bir
yeri olmuştur. Ulus devletin kuruluş sürecinde ulus kimliğinin inşa edilişine bağlı olarak dil, tarih ve
güzel sanatlarda yeni dönemin ruhuna uygun uyarlamalar kaçınılmaz biçimde gündeme gelmiştir. Rus
ve Macar Beşlerinden esinlenerek Türk Beşlerinin ortaya çıkması benzeri süreçlerde yaşanan
paralelliklere işaret etmektedir. ‘Ulusal Musiki’, ‘musiki inkılabı’ söylemleri 1930’lardan itibaren
siyasetin gündemini işgal etmeye başlarken yeni bir tartışma ortamını doğurmuştur. Siyasi seçkinler
için müzikte yenilik ‘Şark Medeniyeti’nden ‘Garp Medeniyeti’ne geçişin simgesel bir işaretidir. Falih
Rıfkı Atay’ın musiki inkılabı tartışmalarının gündemde olduğu bir dönemde “Bir Garpçı ve Türkçü
için” müzik meselesinin halledilmemiş olamayacağını, müzikte yönün “Şark milletlerarasından Garp
milletlerarasına doğru” olduğunu yazması döneme hakim olan psikolojinin yansımasıdır. Nitekim
1920’lerde ivme kazanmaya başlayan alaturka-alafranga kavgası 1930’lara gelindiğinde ikincisi lehine
çözülmüşe benziyordu. Musiki Muallim Mektebi müdürü Zeki Üngör’ün “alaturka mefhumunun
siyasi bir rejim halinde rol oynadığı devir devlet merkezimizde kapanmıştır” ifadesi kimlik sorunu
biçiminde anlaşılan müzik sorununa yaklaşımı göstermekteydi.
Osmanlı modernleşmesinden farklı olarak cumhuriyet modernleşmesi müzikte kurumsal
düzenlemeleri de  dikkate almıştır. Hiç şüphesiz savaştan yeni çıkmış ekonomik ve toplumsal
sarsıntıların sarılmaya çalışıldığı bir ülkede konservatuarların, tiyatro ve opera gibi sanat kurumlarının
kurulması konuya gösterilen önemin sonucuydu. Bununla birlikte konuya dair yapılan bir araştırmanın
da ortaya koyduğu üzere Kemalist iktidarın ‘kimlik’ ve ‘aidiyet’ oluşturma sürecinde müziğe özel bir
anlam yükleyerek, bir ‘inkılabın’ konusu haline getirmesinin ardından çok uluslu bir imparatorluğa
geçiş sürecinde ona ‘milli’ ve  ‘türdeş’, aynı zamanda da ‘medeni’ bir tını verecek bir arayış söz
konusuydu. Bu arayış her yeni dönemde yeni ideolojik argümanlarla beslenerek biçimlenecek
böylelikle kültür alanında, özellikle müzik üzerine halk ve aydınlar arasında yaşanan tartışmalara ivme
kazandıracaktır.
Kaynak: *- “Modernization Efforts and Music Reforms in Turkey (1923-1946), Ayşegül Komsuoğlu
ile birlikte,  Acta Asiatica, Varsoviensia, Polish Academy of Sciences, Askon Publishers, Warsaw
2005, cilt 18, s. 19-30.14
Sonuç:
Türkiye’deki uluslaştırma süreci üç nokta açısından özgün ve orijinal karakterdedir. İlk
dönem Avrupa modellerinden etkilenmiş olmakla birlikte onları aynen izlemeden de alternatif
uluslaşma modelleri kurulabileceğini kanıtlamış olması. Uluslaşma sürecinde uzun zamana
yayılan sosyo-ekonomik faktörlerin nispeten zayıf olduğu bir ülkede, siyasal ve ideolojik
dürtülerin ne kadar önemli olduğunu göstermiş olması. Uluslaşma yolunda tarihsel bir birikim
yine de belli ölçülerde varolduğu bir ortada, trajik bir olayın (işgal) ilerici seçkinler tarafından
nasıl başarıyla kullanılıp (kurtuluş) nicel birikimden nitel sıçramaya potansiyel halden
gerçekliğe dönüştürülebileceğini ortaya koymuş olması.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder