13 Mayıs 2012 Pazar


1
3. HAFTA: TBMM’nin TOPLANMASI, BÜNYESİ VE YAŞANAN GELİŞMELER  
Özet:
23 Nisan 1920’de yapılan ilk toplantıda 115 milletvekili hazır bulunmuştu. Mazhar Müfit
Kansu’nun tespitiyle, bu milletvekillerinden ellisi kalpaklı, kırk biri fesli, ve yirmi biri de
sarıklı idi. Gerçekten Büyük Millet Meclisi’nde farklı gruplar daha açılıştan itibaren
varolmuştur. Mustafa Kemal’in de belirttiği üzere, özellikle 20 Ocak 1921 Anayasa’nın
kabulünden sonra bu bölünme artmıştı. Bunların belli başlıları, Tesanüd Grubu, İstiklal
Grubu, Müdafaa-I HukukZümresi, Halk Zümresi ve Islahat Grubu’dur.
10 Mayıs 1921 tarihinde Mustafa kemal’e yakın milletvekillerinin yaptıkları bi toplantıyla
grup tüzüğü kabul edildi ve daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi adını alacak olan Anadolu ve
Rumeli Müdafaa-I Hukuk Grubu tarih sahnesine çıktı. Meclis içinde buna katılmayan
milletvekilleri İkinci Grubu oluşturdular.
3. HAFTA: TBMM’nin TOPLANMASI, BÜNYESİ VE YAŞANAN GELİŞMELER
İstanbul’un resmen işgal altına girmesi Anadolu’da güvenli bir yerde yeni bir meclisin
toplanması için gerekli koşulların oluşmasını sağladı. Bu yer Mustafa Kemal ve Heyet-i
Temsiliye’nin  27 Aralık 1919’dan beri İstanbul’daki gelişmeleri takip ettikleri Ankara idi.
İşgal haberinin birkaç gün sonrasında Anadolu’daki sivil ve askeri görevlilere gönderdiği
bildiride  “Devlet başkentinin de İtilâf Devletleri’nce resmî olarak işgali; yasama, adalet ve
yürütme gücünden meydana gelen ulusal devlet gücünü kırmış ve Millet Meclisi, bu durum
karşısında görev yapamayacağını hükümete resmî olarak bildirerek dağılmıştır” diyor,
ulusun işlerini yürütmek üzere Ankara’da  olağanüstü yetkili bir meclisin toplanacağını
duyuruyordu. , ulusun işlerini yürütmek ve denetlemek üzere toplanacaktır.Her sancaktan beş
üyenin seçileceği meclis için seçimler, en geç on beş gün içinde  gerçekleştirilecekti. Aynı
bildiride İstanbul’daki meclis üyelerinden de Ankara’ya gelebilenlerin meclise katılmalarının
zorunlu görüldüğü  açıklanıyordu.2
İstanbul’da  Damat Ferit Paşa’nın sadrazamlığa getirildiği bir dönemde  İstanbul Meclisi
Başkanı hukuk müderrisi Celalettin Arif Bey de Ankara’ya gelerek (2 Nisan)  çalışmalarına
başladı. Son Mebusan Meclisinin başkanı olarak kaleme aldığı ve saldırıyı kınayan bildirisi çeşitli
devletlerin parlamentolarına  ve  Anadolu Ajansı kanalıyla  da  yurda dağıtıldı.  Bununla birlikte
Celalettin Arif Bey’in yaklaşımı Mustafa Kemal tarafından yakından takip ediliyordu. Öyle ki
Celalettin Arif, Ankara’da açılacak olan meclisin İstanbul’un uzantısı olması bakımından kendini
açılacak meclisin de doğal başkanı olarak görüyordu. Oysa  Prof. Dr. Toktamış Ateş’in de belirttiği
gibi Mustafa Kemal bu meclisin İstanbul’un bir uzantısı olacağını kabul etmek, dahası savunmakla
birlikte; işlevlerinin ve yetkilerinin ve sorumluluklarının çok değişik olması açısından, dizginleri
pek başkasına bırakmamak istiyordu.
2 Nisan 1920’de istafa eden Salih Paşa kabinesi yerine  3 gün sonra Damat Ferit Paşa yeni
kabineyi kurmuştu.  yeni kabineyi 5 Nisan 1920’de açıklamıştı.  Mustafa Kemal Paşa ise
yayınladığı bildiride yeni kabineyi tanımadıklarını açıklıyordu.  11 Nisan’da İngilizler’in  de
teşvikiyle yayınlanan ve  Şeyhülislâm Dürrizade Abdullah Efendi’nin, ulusal kuvvetleri
“kâfir” ilan eden fetvası İstanbul hükümetinin Anadolu harekatıyla köprüleri attığı anlamına
geliyordu. Aynı gün  ulusal güçlere karşı olumsuz girişimleriyle bilinen  Ahmet Anzavur’a
“paşa”lık verilerek Balıkesir Mutasarrıflığı’na atanması Damat Ferit Hükümetinin  Anadolu
hareketine hiçbir şekilde sıcak bakmadığını açıkça ilan ediyordu.
Nitekim bu olumsuz tavrın yansımaları hemen ortaya çıkacaktı. Meclisin toplanması
çalışmaları hızla sürerken  13 Nisan’da Düzce ve Bolu’da ayaklanmalar çıktı. Bu
ayaklanmalar Büyük Millet Meclisi’nin açılışından sonra da sürdü.  18 Nisan’da Hilafet
Ordusu adında bir ordu kurularak başına Süleyman Şefik Paşa getirildi. Kuva-yı Milliye’ye
karşı Kuva-yı İnzibatiye adı verilen bu ordunun amacı, ayaklananlara destek olmak ve Ankara
meclisini  engellemekti. Anadolu’daki direnişi boğmak için dini ve siyasi referansları
kullanmaktan kaçınmayan İstanbul’daki hükümete karşı Ankara’da müftü Rıfat Efendi ve 153
müftünün imzaladığı karşı fetvanın yayınlanması mücadelenin zorlu geçeceğini gösteriyordu.
Ankara’da yayınlanan  fetva  hem Anadolu hareketi meşrulaştırılıyor, hem de işgal
kuvvetlerinin aldatması ile yayınlanan gerçek dışı fetvaların bağlayıcı olmayacağı
savunuyordu.
Hilafet Ordusu’nun kurulduğu gün olan 18 Nisan’da Osmanlı İmparatorluğu’nun geleceğini
tartışmak için San Remo Konferansı toplanıyordu. Olumsuz gelişmelerin peşpeşe geldiği bir 3
dönemde 21 Nisan’da yayınlanan bir bildiri ile Büyük Millet Meclisi’nin 23 Nisan Cuma
günü açılacağı bildirildi. 23 Nisan 1920’de Meclisin açılış töreni adeta tüm Ankara’nın
katıldığı görkemli bir havada gerçekleştirildi.  Sinop mebusu Şerif Bey’in meclisin en yaşlı
üyesi olması ayrıcalığıyla yaptığı açış konuşmasında ülkenin ve halkın karşı karşıya olduğu
zorluklara dikkat çekiliyor ve bağımsızlık konusundaki irade ortaya konuyordu. Kullandığı
ifadeler uluslararası kamuoyuna Anadolu’daki hareketin niteliğini aktaracak açıklıktaydı:
“…tam bağımsızlık (istiklal-i tam) ile yaşamak için kesin olarak kararlı bulunan ve ezelden beri
özgür ve başına buyruk yaşamış olan ulusumuz tutsaklık durumunu son derece sertlik ve kesinlikle
reddetmiş ve hemen vekillerini toplamaya başlayarak yüksek meclisinizi meydana getirmiştir.”
Daha sonra ilk sözü alan Mustafa Kemal gerekli komisyonların kurulmasını ve geçici başkan
Şeref Bey’e geçici iki yardımcı verilmesini önerdi. Bu önerilerin kabulü ile Tutanakları
İnceleme Komisyonları oluşturuldu. Şeref Bey’e yardım etmek üzere Bursa milletvekili
Muhiddin Baha (Pars) ve Kütahya milletvekili Cevdet Bey seçildiler. Büyük Millet Meclisi
24 Nisan 1920’de ikinci toplantısını yaptı. Bu toplantının açık oturumlarının yanısıra bir de
gizli oturumu olmuştur.
Açık oturumlarda önce Mustafa Kemal söz alarak Ankara Meclisi’nin savunması gereken
ilkeleri açıkladı ve daha sonra Kırşehir milletvekili Müfit Hoca’nın önerisiyle bu ilkeler
meclisce tartışmadan onaylandı.
Buna göre,
1- Memleketi batmaktan kurtarmak için, bütün ulusal güçleri birleştirmek gereklidir.
2- Bunun için, meşru bir hükümet (İcra Heyeti) kurulmalıdır.
3- Milletvekillerinin, milletçe seçilme biçimi, ulusun meşru bir heyet kurulmasını istemesinin
en kesin delilidir.
4- Yeni kurulacak hükümet, memleketin bugünkü bunalımlı durumunun gereklerine uygun
olmalıdır.
5- Büyük Millet Meclisi, milli iradenin biricik belirlenme yeridir. Meclis, ulusu temsil eder;
bunun için “Meclis’in üstünde hiçbir güç yoktur.”
6- Bu durumda, ülkeyi yönetecek yasaları yapmak da, bu yasaları uygulamak da Büyük Millet
Meclisi’nin hakkı ve görevidir.4
7- Büyük Millet Meclisi olağanüstü yetkilerle toplanmıştır. Bundan ötürü o, sorumsuz bir
“Meclis-i Mebusan” değildir. Meclis hem “yasama” hem de “yürütme” organıdır.
8- Ancak milletvekillerinin hepsi “Yürütme”nin ayrıntılarıyla uğraşamayacakları için, kendi
aralarından seçecekleri üyelerle bir “Yürütme Kurulu” (İcra Heyeti Hükümet) kuracaklardır.
Ülkeyi bu kurul yönetecektir.
9- Büyük Millet Meclisi’nin başkanı, bu Yürütme Kurulu’nun da başkanıdır.
10- Yürütme Kurulu ve onun başkanı, Büyük Millet Meclisi’ne karşı sorumludur.
Büyük Millet Meclisi 24 Nisan toplantısında ilk yasasını da çıkardı. Bu yasa, “Ağnam
Vergisi” yasasıydı. Önerilmesi, komisyona havalesi ve komisyon raporunun hazırlanmasının
İstanbul’da yapıldığı bu yasanın TBMM’nin ilk yasası olması Ankara ve İstanbul arasındaki
süreklilik ve organik bağı göstermesi bakımından  önemlidir.  Aynı gün Mustafa Kemal
Meclis Başkanlığı’na seçildi.  TBMM 29 Nisan’da çıkardığı ikinci yasayla hedefini
belirliyordu.  Hıyanet-i Vataniye  başlıklı  yasaya göre Büyük Millet Meclisi’nin hedefi;
“makam-ı mualla-yı hilafet ve saltanatı ve memalik-i mahrusa-i şahaneyi yeddi ecanibden
tahlis” idi. Büyük Millet Meclisi’nin ilk Yürütme Kurulu (kabinesi de denilebilir) 3 Mayıs
1920’de seçildi. Umur-u Şeriye Başkanlığı’na Karacabey Müftüsü Mustafa Fehmi Efendi,
Dahiliye Bakanlığı’na Cami Bey, Adliye Başkanlığı’na Celalettin Arif Bey, Bayındırlık
Bakanlığı’na İsmail Fazıl  Paşa, Dışişleri Bakanlığı’na Bekir Sami Bey, Sağlık ve Sosyal
Yardım Bakanlığı’na Dr. Adnan Bey, İktisat Bakanlığı’na Yusuf Kemal Bey, Milli Savunma
Bakanlığı’na Fevzi Paşa, Genelkurmay Başkanlığı’na İsmet Bey, Maliye Bakanlığı’na Hakkı
Bekir Bey, Milli Eğitim Bakanlığı’na Dr. Rıza Nur getirildiler. İlk hükümetin 9 Mayıs 1920’de
açıklanan programı, Fethi Bey’in 5 Eylül 1923’de açıklayacağı kendi hükümetinin programına
kadar geçerli kaldı.
Meclisin Bünyesi, Ruhu ve İçindeki Gruplar
23 Nisan’da toplanan TBMM ulusal karaktere sahip bir ihtilal meclisi idi.  Üç temel görev
sahası vardı. Bunlardan ilki ve en önemlisi ülkenin işgalden kurtarılmasıydı. Bu aynı zamanda
ordu toplanması gibi süreçleri de içerdiğinde askeri bir boyuta da sahipti. İkinci yönü savaşın
finansmanı idi. Üçüncü aşamada ise dış dünya ile ilişkilerin sürdürülmesi yani diplomasiydi.
Tüm bunlar meclisin olağanüstü yetkilerle donatılmasını gerektiriyordu. Meclis gerek maddi
gerekse İstanbul’daki çevrelerin psikolojik baskı ve yıldırma propagandaları karşısında
oldukça zor koşullarda görev yapıyordu. Ülkenin heryerinden gelmiş farklı çizgi ve görüşteki 5
birçok mebus gerek barınak gerekse diğer çevresel koşulların zorluklarıyla yüzleşmek
zorundaydı. Milletvekillerine Ankara Öğretmen Okulu’nda yatakhaneler kurulmuştu. Bazı
milletvekilleri yatağını yere sererek uyuyordu. Milletvekillerinden Cevdet İzrap Bey’in
öncülüğü ile bir tabldot oluşturulmuş ve yetmiş kuruş karşılığında üç kap yemek verilmeye
başlanmıştı. Milletvekillerinin aylığı ise, önceleri seksen lira iken sonradan yüz liraya
yükseltilmişti.Meclis salonunda herkese oturacak yer yoktu. Sıralarda üçer dörder kişinin
oturmasına karşın, çoğunluk yine ayakta kalırdı. Ankara’da elektrik olmadığı için, salonun
ortasına bir kahveden alınan büyük bir gaz lambası asılmıştı.
Meclisin sosyal yapısı oldukça demokratik ve renkli bir görüntü arzediyordu.  23 Nisan
1920’de yapılan ilk toplantıda 115 milletvekili hazır bulunmuştu. Bu milletvekillerinden ellisi
kalpaklı, kırk biri fesli ve yirmi biri de sarıklı idi. Büyük Millet Meclisi’nde farklı gruplar
daha açılıştan itibaren varolmuştu. Ancak bu grupların kemikleşmesi ve sertleşmesi zaman
içinde gerçekleşecekti. Özellikle 20 Ocak 1921 Anayasa’nın kabulünden sonra bu bölünme
artacaktı.
Aslında meclis görüşmelerinde düzeni sağlamak amacıyla daha Anayasa’nın kabulünden önce de
bir takım gruplar oluşmuştu. Bunlar arasında belli başlıları;
• Tesanüd (dayanışma) Grubu,
• İstiklal (bağımsızlık) Grubu,
• Müdafaa-i Hukuk Zümresi,
• Halk Zümresi,
• Islahat Grubu,
idi. Bunların dışında adsız olarak, özel amaçlı kimi küçük örgütlerin de çalıştıkları
anlaşılıyordu. Bu grupların kendi aralarında yaptıkları birleşme çabaları sonuç vermeyince
Mustafa Kemal işe el koymak zorunda kaldı. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu
adıyla bir grup oluşturmaya karar verdi. Hazırladığı programın başına koyduğu ana madde ile
bu grubun iki amacını belirledi. Bunların birincisine göre grup Ulusal And (Milli Misak)
ilkelerine bağlı kalarak yurdun bütünlüğünü ve ulusun bağımsızlığını sağlayıcı bir barışı elde
etmek için, ulusun bütün maddesel ve tinsel gücünü gereken ereklere yöneltip kullanacak ve
yurdun resmî, özel bütün örgütlerini ve kuruluşlarını bu ana amaca yararlı kılmaya çalışacaktı.6
10 Mayıs 1921’de Mustafa Kemal’e yakın milletvekillerinin yaptıkları bir toplantıyla grup
tüzüğü kabul edildi ve daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi adını alacak olan Anadolu ve
Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu tarih sahnesine çıktı. Meclis içinde buna katılmayan
milletvekilleri İkinci Grub’u oluşturdular.
Ankara’da ulusal direnişin merkezi yönetim aygıtı oluşturulurken müttefikler de bir an evvel
Osmanlı İmparatorluğu ile gerçekleştirilecek barış antlaşmasının tamamlanması hazırlıklarını
yürütüyordu. 18 Ocak 1919’da toplanan  Paris Barış Konferansında İngiltere’yi Başbakan
Lloyd George, Fransa’yı Başbakan Georges Clamenceau, İtalya’yı Başbakan Orlando ve
ABD’yi Başkan Wilson temsil etmişti.  Konferans ilk olarak 30 Ocak 1919’da Ermenistan,
Suriye, Irak, Kürdistan, Filistin ve Arabistan’ın Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmalarını
kararlaştırdı. Diğer bölgeler konusunda ise sırası geldikçe karar verilecekti. Konferansın
özellikle Batı Anadolu konusunda karar verememesinin temel nedeni, bu toprakların geleceği
üzerine İngiltere ve İtalya arasındaki anlaşmazlık idi. Aslında İngiltere İtalya’ya doğrudan
doğruya karşı çıkmıyor, araya Yunanistan’ı sokuyordu.
ABD’nin Avrupa politikasından çekileceğinin anlaşılması üzerine Osmanlı
İmparatorluğu’nun durumunu ve geleceğini saptamak İngiltere ve Fransa’ya kalmıştı.
İtalya’nın istekleri pek göz önüne alınmıyordu. Rusya’da sosyalist devrimin başarıyla
gerçekleştirilmesi ve devrimi boğmak isteyen ayaklanmaların başarısız kalması, İngiliz
kamuoyunu endişelendirmişti. Barışın imzalanmasının uzaması Türkleri Bolşeviklerin
kucağına atacağı kaygısını uyandırmıştı. Bu sorunları tartışmak üzere 12 Şubat 1920’de
Londra’da  toplanan konferans da  10 Nisan 1920’ye dek sürmüştü.  Burada  üzerinde
anlaşmaya varılan konular arasında İstanbul’un Türkler’e bırakılması, ancak askerden
arındırılması, ayrıca boğazlarda denetimin karma bir komisyona bırakılması vardı. Çatalca’ya
kadar Doğu Trakya ve Oniki Ada, Yunanlılar’a veriliyordu. Buna karşılık İzmir “serbest
liman” olarak kullanılacaktı. Konferans kararlarına göre Arap ülkeleri Osmanlı topraklarından
ayrılıyor, kurulacak Ermenistan, Milletler Cemiyeti’nin mandası oluyordu.
18-26 Nisan 1920 tarihleri arasında toplanan San Remo Konferansı  ise  Osmanlı
İmparatorluğu için taşınamayacak kadar ağır koşullar öngörmekteydi. Buna göre Terkos Gölü
ve Çatalca’nın batısından başlamak üzere Doğu Trakya ve Gelibolu Yarımadası Yunanlılar’a
veriliyordu. İzmir, göstermelik bazı kısıtlamalar dışında Yunanlılar’a bırakılırken bağımsız bir
Ermenistan kurulması öngörülüyor ve bunun sınırlarının saptanması ABD Başkanı Wilson’a 7
bırakılıyordu. Özerk bir  Kürdistan ve uluslar arası bir komisyonun denetimine bırakılan
boğazların yanında yabancı devletler için her türlü ayrıcalık ve kapitülasyonlar da
sürdürülüyordu. Hiçşüphesiz tüm bu konferansların en ağır sonucu Sevr Antlaşması olacaktı.
Sevr Antlaşması
Her ne kadar müttefiklerin San Remo’da üzerinde anlaşmaya vardıkları koşullar, 11
Mayıs’ta Tevfik  Paşa tarafından onurlu bir şekilde geri çevrilmiş,  Sultan  Vahdettin İngiliz
Kralı V. George’a 27 Mayıs 1920’de bir mektup yazarak koşulların hafifletilmesini istemiş ve
Damat Ferit Paşa da Barış Konferansı’na 8 Temmuz 1920’de bir muhtıra şeklinde Türk karşı
tekliflerini bildirmişse de, müttefiklerin bu koşulları hafifletme şeklinde bir niyetleri yoktu.
Gerçekten 17 Temmuz’da Osmanlı hükümetine bir “ültimatom” gönderen müttefik
temsilciler; çok ufak tefek bazı değişikliklerle, anlaşmanın imzalanması için on  günlük bir
süre tanıdılar. Bu ültimatomun alınmasından sonra Barış Antlaşması konusundaki tutumun
belirlenmesi amacıyla 22 Temmuz 1920’de Yıldız Sarayı’nda Vahdettin başkanlığında bir
Meclis-i Ali (Yüce Meclis) toplandı. Bakanlar, senato üyeleri, yüksek dereceli subaylar ve
bilim adamlarından oluşan bu meclis, antlaşmanın imzalanmasına karar verdi. Toplantıdan
sonra yayınlanan hükümet bildirisinde şu satırlar yer alıyordu:
“... Osmanlı saltanatı ve hükümeti bugün iki olasılık karşısında bulunuyor: Ya antlaşmayı
içerdiği ağır ve korkunç koşullar ile kabul etmek, ya da red eylemek. Kabul edilirse, İstanbul,
Osmanlı saltanatı ve İslâm halifeliği başkenti olarak kalmak üzere, bilinen sınırlar içinde bir
küçük devlet varlığını koruyabilecektir … Hakkın, sonunda  kuvvete üstün gelmesi
konusundaki inancımız sarsılmaz olmakla birlikte, şu çok ağır ve acılı anda, başlangıç
bildirisinde açıklanmış olduğu üzere, Osmanlı devleti iki yoldan birini seçmek zorundadır. Ya
İstanbul’da ve ulusal beşiğimiz olan Anadolu’da egemen kalarak, küçük ve fakat yine bir
devlet durumunda bulunmak; ya da yapılmış önerileri reddederek Osmanlı Devleti’nin
yaşamına son vermektir.”
Bu bildiri, Sevr’den sonra Osmanlı Devleti’nin elinde kalacak olan çok küçük toprak parçası
üzerinde egemen kalacağını ileri sürmektedir. Oysa antlaşmanın koşulları incelendiğinde,
Osmanlı İmparatorluğu’na bırakılacak olan topraklarda bile egemenliğin kullanılması
engellenmektedir.8
10 Ağustos 1920’de Sevr’de imzalanan Barış Antlaşması on üç bölüm içinde 433 maddeden
oluşmaktadır.  Burada belirlenen sınırlar  San Remo Konferansı kararları çerçevesinde
şekillenmişti. Osmanlı hükümetinin iddiasının aksine egemenlik konusundaki maddelerde
oldukça ağır koşullar gündeme getirilmişti. Örneğin İzmir kentinin durumunu içeren  69.
maddeye göre  İzmir kenti ve (çevresi) Osmanlı egemenliği altında kalmaktadır. Bununla
birlikte, Türkiye, İzmir kenti ile (çevresi) üzerindeki egemenlik haklarının kullanımını
Yunanistan’a aktaracaktır. Bu egemenliğin simgesi olmak üzere, Osmanlı bayrağı kentin
dışındaki bir kaleye sürekli olarak çekilecektir...
Benzer şekilde ve azınlıkların durumunu da içeren 140-151. maddelerdeki düzenlemeler için
Osmanlı İmparatorluğu tüm egemenlik ve iktidar haklarından vazgeçiyordu. İmparatorluk, “...
(bu) hükümlerin temel yasalar olarak tanınmasına ve hiçbir yasanın, hiçbir tüzüğün, hiçbir
padişah buyruğunun ve hiçbir resmî işlemin, bu hükümlere aykırı ya da bunlarla çelişir
olmamasını, hiçbir yasanın, hiçbir tüzüğün, hiçbir padişah buyruğunun ve hiçbir resmî işlemin
sözkonusu hükümlerden üstün sayılmamasını yükümleniyordu.” Yine aynı bölümün son
maddesine göre (madde 151). Osmanlı hükümeti müttefik devletlerin bu bölümdeki
hükümlerin güvence altına alınması konusunda saptayacağı önlemleri şimdiden kabul ettiğini
bildiriyordu.
Sevr Antlaşması Osmanlı ordusunu da  çok zayıf bir hale sokmaktaydı. Buna göre silah ve
cephanesi kısıtlanmış 50 bin kişilik gönüllü ordunun çoğu jandarma olarak görev yapacaktı.
Kapitülasyonlar tümüyle ve ağırlaştırılmış bir şekilde sürüyordu. Her türlü ekonomik
düzenlemeler müttefik devlet uyruklarının yararına yapılıyordu. Osmanlı İmparatorluğu
ekonomik kararlarını almaktan tümüyle yoksun bırakılmanın yanısıra, toprakları üzerinde
müttefik devletlerin istediği her türlü önceliği peşinen kabul ediyordu. Bunun kapsamı içine
telgraf hatları çekmekten arkeolojik kazı yapmaya kadar tüm ayrıntılar sokulmuştu. Sevr
Antlaşması’nın bağımsız bir devletle bağdaşmayan hükümleri konusunda en güzel sözü, Ankara
Büyük Millet Meclisi’nde bu antlaşmanın maddelerinin tartışılması sırasında Karahisar
Milletvekili Nebil Efendi söylemiştir. “Boşuna yorulmuşlar, Türkiye’yi yok diyeydiler daha iyi
ederlerdi.”
TBMM ve Savaş İçi Demokrasi Deneyimi9
Prof. Dr. Bülent Tanör’ün de belirttiği gibi ulusal direnişin ideolojisi ulusal egemenlik, ana
kurumu da TBMM’dir. En başta bu kurumun adından demokrasi yönündeki devrimci
değişimi yakalamak mümkündür. Türkiye Büyük Millet Meclisi. O zamana kadar ülke hnedan
adıyla anılırken şimdi halkın yurdu anlamına gelen bir sözcükle adlandırılıyor. İkincisi
Meclise yüklenen yeni bir sıfat (Büyük) bu organın demokratik mertebesinin yükselişine
işaret ediyordu. O zamana kadar resmi anayasa dilinde pek kullanılmayan Meclis ve Millet
sözcükleri (Osmanlı’da Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Ayan)  yeni demokrasi atılımının
simgeleri olarak yerlerini alıyorlardı. Üstelik artık Âyan da yoktu.
TBMM kuruluşu, yetkileri, işleyişi, toplumsal ve siyasal oluşumu açısından da demokratik
özellikler sunmaktaydı.
Kuruluş bakımından ilk dikkat çeken nokta TBMM’nin bütün üyelerinin seçimle belirlenmiş
olmasıdır. TBMM’de seçim dışı, aristokratik ya da ayan tarzı temsilciliğe yer yoktur. Meclis
atanmayla değil seçilmişlerin demokratik meclisidir.
Seçim de birtakım özellikler gösterir. Öncelikle Osmanlı uygulamasındaki gibi burada da
sınırlı oy sistemi vardır; yani belli bir servet sahibi olanlar (ve erkekler) seçim sürecine
katılabileceklerdir. Seçimlerde ağırlığını koyan  ARMHC gibi bir örgüt olmakla birlikte
TBMM için yapılan özel ve ek seçimlerde partiler yoktur.
Yetkileri bakımından da TBMM demokratik ve yetkin bir organ durumundadır. Kuvvetler
birliği Öyle ki Meclis yasama, yürütme yetkilerinin yanı sıra yargılama yetkisine de sahiptir
(İstiklal Mahkemeleri). Ulusun gerçek ve tek temsilcisidir. Dahası “selahiyeti fevkaledeyi
haiz” olarak toplanan Meclis kurucu iktidar durumundadır.
Meclisin işleyişi demokratik ilkelere uygundur. Serbest tartışma ve özgür karar alma
bakımından hiçbir Osmanlı meclisiyle karşılaştırılmayacak bir demokratik ortam vardır. En
kritik günlerde bile Meclis, hükümeti ve savaş yönetimini eleştirebilecek bir güce sahiptir.
Nitekim muhalefet olgusu demokratikliğin göstergesidir.
Toplumsal ve siyasal koşulların varlığı bakımından TBMM Osmanlı meclislerine oranla daha
demokratiktir. Saraya bağımlı, aristokratik ya da teslimiyetçi unsurlar temsil dışıdır. Meclise
ulusal ve demokratik eğilimli orta sınıf egemendir (aydınlar, eşraf, serbest meslek sahipleri, 10
din adamları ve toprak sahipleri). Bunlar YKİ’lerden itibaren siyasette ağırlık kazanmış
gruplardır. TBMM geleneksel Osmanlı egemen sınıflarının siyasetten uzaklaşmasına, ulusal
burjuva unsurların yükselişine sahne olmaktadır.
Birinci TBMM döneminin siyasal rejimini, bir savaşı demokrasiyle yönetmek, krizi
demokrasi yoluyla çözmek gibi zor bir görevi üstlenmişti. Burada savaş ile rejim arasındaki
bağlar dikkat çekicidir. Milis savaşı ve ulusal savaş gibi iki değişik savaş yöntemine kongreler
dönemi ve TBMM dönemi gibi iki farklı siyasal model eşlik etmiştir. Gerek askeri gerekse
siyasal örgütlenme biçimleri arasındaki farklar belirgindir. Yerellik ve ulusallık. Buna karşın
iki örgütlenme biçiminin siyasal modeli ve sistemi özdeştir. Demokrasi…Bu ortak siyasal
rejime Tanör’ün dediği gibi savaş demokrasisi adı verilebilir. Somut verili koşullarda savaş
demokrasiyi beslemektedir. Savaş demokrasisi deyimi en başta savaşın siyasal rejimi
demokratikleştirici etkisini vurgulamakta, demokrasinin savaştan türediği anlamına
gelmektedir.
Burada savaş ve demokrasi arasındaki ilişkiyi biraz açmak gerekmektedir. Yerel ve ulusal
tipte direniş ve kurtuluş savaşları farklı nitelikli mücadelelerdir. Burada kendi öz varlığı ve
toprakları için mücadele esastır. Halkın kendi özgücünden başka dayanılacak temel bir kuvvet
de yoktur. İşgal tehditleri ve otorite boşluğu karşısında halkın ve daha sonra da ulusal
önderliğin dayanabilecekleri tek güç yine kendileridir. Halkın yerel inisiyatifinden beslenen
daha sonra Kemalist önderliğin birleştiriciliğinde ulusal düzeye yükselen mücadele bu
özelliklerinden dolayı ilk günden itibaren demokratik yapı ve anlayışları da beraberinde
getirmiştir. Bir temsilcinin, “Burada Anadolu’daki gibi demokrasiyi takbik etmeliyiz.” Dediği
gibi bir Trakya grubu ile bölüklerin daha hesabını soran TBMM üyeleri arasında demokratik
anlayış ortaklığı bu ortamın ve savaşın karakterinin bir ürünüdür.
Tüm bu anlatılanlardan Kurtuluş Savaşının siyasal rejiminin eksiksiz ve liberal bir demokrasi
olduğu anlayışı doğmamalı. Millici güçlerin demokratik katılımına dayalı olan rejim kurtuluş
mücadelesinin karşıtlarına karşı da amansızdır. Bunun iki keskin göstergesi Hıyanet-i
Vataniye Kanunu ve İstiklal Mahkemeleridir.
Yukarıda savaş demokrasisi deyimini savaşın ürettiği demokrasi olarak özetlemiştik. Bu asli
özelliğin yanında burada vurgulanması gereken bir diğer özellik de savaşın demokrasiyi belli
ölçülerde kıstığı yolundaki tespittir. 11
O halde bu deyim çift yüzlüdür. Esasta demokrasinin halkın kurtuluş savaşı sayesinde
gürbüzleştiğini ama kısmen yine savaş yüzünden budandığını ifade etmektedir.
Sonuç:
Devrim yapan meclislerin kendine özgü bir havası vardır. Ortak bir amaç ya da ortak bir
düşmana karşı birleşen pek çok kişi temelde uzlaşmaz çelişkiler içinde olabilirler. Mustafa
Kemal’in iktidarının ve gücünün tek kaynağı ulusuydu. Dolayısıyla, dünya üzerinde ulusun
özgür istemiyle seçip oluşturacağı bir meclisin açılmasına çabalayan ender siyasi liderlerden
biriydi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder