13 Mayıs 2012 Pazar


1
5.HAFTA: SAVAŞ, DİPLOMASİ ve BAĞIMSIZLIK 
Özet:
Ankara’da toplanan Meclis, bir yandan işgale karşı bağımsızlık mücadelesini örgütleyecek, 
savaşı finanse edecek diğer yandan dünya kamuoyunda mücadelenin diplomatik altyapısı 
hazırlayacaktır. Bu bölümde, Birinci Dünya Savaşı sonrasında gerçekleştirilen barış 
konferansları üzerinde kısaca durularak, bu konferanslarda kabul edilen koşullar genel 
hatlarıyla anlatılacaktır. Bu bağlamda Paris, Londra, San Remo Konferansları ele alınarak, 
Sevr Antlaşması tartışılacaktır. 18-26 Nisan 1920 tarihleri arasında toplanan San Remo 
Konferansı, Osmanlı İmparatorluğu için kabul edilemeyecek kadar ağır koşullar 
öngörmekteydi. Paris Barış Konferansı’nda, San Remo’da alınan kararlar çerçevesinde bir 
öneri Osmanlı İmparatorluğu baş delegesi Tevfik Paşa’ya sunulduğunda, kendisi bu koşulların 
bağımsız bir devlet düşüncesiyle bağdaşamayacağı gerekçesiyle anlaşmayı imzalamamıştır. 
Türkleri zorlamak için güç kullanılmasına karar veren müttefikler, İngiltere’nin Hythe 
kasabasında toplanan bir konferansta Venizelos’a Yunan ordularının ilerlemesi konusunda 
istediği izni vermişler ve bunun üzerine Yunan ileri hareketi başlamıştır. Yunan saldırısının 
başlaması üzerine Batı Cephesi Komutanlığı kurularak Batı cephesindeki dağınık Türk 
birliklerini  bu çatı altında toplanmış; cephe komutanlığına Ali Fuat Cebesoy getirilmiştir. 
Ancak bu önlem Bursa’yı kurtarmaya yetmemiş, 8 Temmuz sabahı Bursa düşmüştür. 
Bursa’nın düşüşünün duygusal ve moral anlamda milli müacedele hareketi üzerinde çok derin 
etkileri olmuştur. Ardından devam eden Yunan saldırılarıyla beraber, Yunanlıların Batı 
Anadolu’da işgal ettikleri topraklar 14 bin kilometre kareden 54 bin kilometre kareye 
çıkmıştır. Türk ordusu Batı cephesinde Yunanlılarla çarpışırken, bir yandan da iç isyanların 
bunaltıcı baskısını hissetmektedir. Bu zor koşullardan yararlanmak isteyen Damat Ferit 
hükümeti ise Sevr’i imzalayarak oldu-bittiye getirme planları yapmaktadır. Burada Ankara 
Hükümeti önderliğindeki Türk ordusunun Yunan işgalcilere karşı kazandığı ilk zaferler olan I. 
ve II. İnönü Savaşları, bu savaşların yürütülüşleri, önceleri ve sonraları neden-sonuç ilişkisi 
temelinde incelenecektir. Daha sonra, Eskişehir-Kütahya Savaşı üzerinde durulacak ve bu 
savaşta alınan yenilginin milli mücadele süreci üzerindeki etkileri analitik bir bakış açısıyla 
kavratılmaya çalışılacaktır. milli mücadele sürecinin dönüm noktalarından biri olan Sakarya 
Savaşı’ndan Mudanya Mütarekesi’ne kadar olan dönem irdelenecektir. Bölümde Büyük 
Taarruz’a giden yol İngiltere ve Fransa’nın Sakarya Zaferi’nden sonra getirdikleri ateşkes 
önerileri ve Atatürk’ün Başkomutanlık unvanının uzatılması da dahil olmak üzere dikkatlice 
incelenecektir. 2
5.HAFTA: SAVAŞ, DİPLOMASİ ve BAĞIMSIZLIK 
ORDU
TBMM kurulduğu andan itibaren iki önemli  sorunla karşı karşıyaydı. Bir yandan iç 
ayaklanmaları bastırarak düzeni sağlamak diğer yandan ise Yunan ilerleyişi durdurmak ülkeyi 
işgalden kurtarmak yeni devletin çözmek durumunda zorunda olduğu iki hayati konuydu. Bu 
sorunları çözmeden devletin devamlılığını sağlamak mümkün olmayacaktı. Oysa 23 Nisan 
1920’de Meclis toplandığında gerçek anlamıyla bir orduya sahip değildi. Mondros 
Mütarekesinin 5. maddesine göre Osmanlı ordusu terhis edilmiş, savaş teçhizatına el 
konmuştu. Mustafa Kemal Paşa Havza’ya geçtikten sonra terhis edilmeyen birliklerin terhisini 
durdurmaya çalışmısa da Kazım Karabekir’in komutanı olduğu 15. kolordu dışında gerçek 
savaş gücüne sahip bir ordu yoktu. 
Batı Anadolu’da İzmir’in işgalinden sonra üç albay, Kazım (Orgeneral Özalp), Bekir  Sami 
(Anday) ve Şerfi (Aker) beyler İstanbul’un aczi karşısında ellerindeki birliklerle direnmeye 
başlamışlar ve böylece Kuvayı Milliye’nin ilk adımlarını atmışlardı. Ege’deki direniş 
Balıkesir ve Alaşehir gibi kongrelerde desteklenmiş, kısa süre sonra da  Güneydoğu 
Anadolu’da Fransızlara karşı silahlı bir direniş için örnek oluşturmuştu. Bununla birlikte 
Kuvayı Milliye tümüyle düşman işgalini önleyebilecek bir güce sahip değildi. Nitekim 
Ankara’daki yeni hükümetin kararlarına uymamaları, kimi kez hukuk dışı uygulamalarla 
cezalandırmalara gitmeleri zorluklar çıkarıyordu. Aynı şekilde Yunan düzenli orduları 
karşısında zayıf kalıyorlardı. 22 Haziran 1920’de başlattıkları saldırıyı önleyememişlerdi. 
Sonuçta başta Bursa olmak üzere pek çok stratejik bölge elden çıktı. 12 Temmuz 1920’de 
Meclis’te hararetli tartışmalar  sırasında Mustafa Kemal Paşa Yunan tümenlerine sadece 
gönüllü kuvvetlerle karşı koymanın olanaksızlığını belirterek, artık gerçek anlamda bir orduya 
sahip olması gerektiğini ileri sürdü. 3
TBMM’nin bu konudaki yaklaşımı düzenli ordunun kurulmasında etkili olacaktır. Başlarına 
buyruk hareket etmekte olan bazı Kuvayı Milliye birlikleri bu karara direnmek istemişlerse de 
yola getirileceklerdir. Yeni silah altına alınanlarla birlikte düzenli ordu hızla oluşturulacaktır. 
Bu dönemde eldeki tüm kuvvetler 17 tümen olup, çok az mevcuda sahiptiler. Hem donatım 
hem de savaş yeteneği bakımından güçlü Yunan tümenleriyle karşılaştırılamazlardı. Batı 
Cephesinin Kasım 1920’deki mevcudu 1728 subay, 27571 er, 16080 tüfek, 147 ağır makineli 
tüfek, 67 top, 7 uçak, 3385 hayvan ve 433 araba idi. 
Kuvayı Milliye’nin son kalıntısı Çerkes Ethem kuvvetlerinin dağıtılmasıyla düzenli orduya 
katılım sağlandı. 9 Kasım 1920’de Batı Cephesi iki komutanlığa bölündü. Batı ve Güney 
Cepheleri. Buradaki kuvvetlerin savaş yeteneği artırıldı. Ordunun donatılması ciddi bir 
sorundu. Zira ekonomik durum oldukça kötüydü. Mali konular, savaşın finansmanı meclisin 
en önemli gündem maddeleri arasındaydı. Sıksık çıkarılan kanunlarla gelirler artırılmaya 
çalışılıyordu. Düyunu Umumiye’nin Anadolu’da bulunan bürolarıyla anlaşılmış ve borcun 
faizi ödenmeyerek hazineye aktarılmıştı. Ziraat Bankasından da borç alınmıştı. Kimi zaman 
Osmanlı Bankasında da zor ve tehdit yoluyla para elde edilebilmiştir. Bazen posta 
havalelerine bile el konulurdu. Ancak tüm çabalara rağmen memurların maaşlarının aylarca 
ödenemediği durumlar olurdu. Her türlü yolluklar %40 oranında azaltılmıştı. Buna rağmen 
Ordunun en önemli gereksinimleri her zaman karşılanamıyordu. Örneğin Doğu’daki 15. 
kolordu 1921 başlarına kadar Devletten maaş alamamış, kendi olanaklarıyla beslenmiş ve 
donanmıştır. Maliye Bakanı Hasan Ferit Tek tarafından hazırlanan ilk bütçe durumun 
vehametini ortaya koyuyordu. 1921 başlarında hesaplanan giderler 63.018358 lira gelirler ise 
51 388 626 liraydı. Yani 11 629 732 liralık bir açık söz konusuydu. Giderlerin yarıdan fazlası 
orduya ayrılmıştı: 32 435 015… Bu durumda dış destek aramaktan başka çare yoktu. 
DİPLOMASİ
Osmanlı İmparatorluğu’nun imzaladığı Mondros Mütarekesinde  Rusya taraf değildi. Daha 
önce yaptığı Brest-Litovsk Barışı ile savaştan çekilen Rusya Anadolu’da ulusal direniş 
başladığında kendi iç sorunlarıyla, yeni rejimin tutunması mücadelesiyle uğraşıyordu. Doğu 
Cephesinde Ermeni-Türk çatışması dışında bir çatışma yoktu. Savaşın bitimiyle Güney 
Kafkasya’da Ermeni Devleti’nin kurulması Wilson’un görüşlerini gerçekleştirme zamanının 
geldiğine işaret ediyordu. Özellikle Sevres sonrası Ermeniler toplu ve ağır saldırılarla Doğu 4
Anadolu’da önemli askeri faaliyetlere giriştiler. 1920 Eylül ayında geniş bir saldırıya 
başladılar. Ancak 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir tarafından yenilgiye uğratıldılar. 
1878 Berlin Antlaşmasından beri elden çıkmış olan Kars ve çevresi tekrar kazanıldı. Kasım 
ayı sonunda Ermeni işgali püskürtüldü. Ulusal hükümetin bu ilk başarısı tüm ülkede 
memnuniyet yarattı. 3 Aralık 1920’de Gümrü’de Ermenilerle antlaşma imzalandı. Böylece 
Kars ve çevresi tekrar kazanıldı. Ayrıca antlaşma metnine Türkiye sınırları içinde hiçbir yerde 
Ermenilerin çoğunluk oluşturmadıkları konusunda bir madde konularak siyasi bir başarı elde 
edildi. Gene Ermeni hükümeti Sevres Barışını tanımadıklarını belirtti. 
Anadolu’daki direniş İslam dünyasında da heyecan yaratmıştı. Afganistan bu heyecanı İngiliz 
Emperyalizmi karşısında yeni Türk Hükümetini tanıyarak meydan okuma anlamında da 
paylaşıyordu. Nitekim bağımsız sayılı Müslüman devletlerden olan Afganistan’ın Ankara 
Hükümetini  tanıması emperyalist güçlerde endişe yarattı. 1 Mart 1921’de imzalanan TürkAfgan Dostluk Antlaşması ile taraflar birbirlerine diplomatik açıdan yardımla 
yükümleniyorlardı. Afganistan yeni Türk Devletini tanıyor ve Ulusal İhtilali destekliyordu. 
BU TBMM açısından siyasi bir başarıydı. Böylelikle bir yandan Türkiye’yi dış dünyada 
yalnızlıktan kurtarmayı başarıyor, diğer yandan büyük bir bölümü sömürge yönetimleri 
altındaki İslam dünyasında sempati yaratarak başta İngilizleri rahatsız ediyordu. 
Doğu cephesindeki en önemli güç Rusya idi. Ancak Rusya’da yeni rejimin karşı karşıya 
olduğu sıkıntılar, Sosyalist rejimi Doğu Avrupa’da yayma konusundaki girişimlerin Batı ile 
yarattığı gerilim Rusya’yı yalnızlığa itmişti. Diğer yandan boğazlar ve Anadolu’nun sosyalist 
hükümete hiç de hoş bakmayan Batılı sömürgecilerin eline geçmesi tehlikesi Rusya için 
büyük bir tehlike oluşturuyordu. Şartlar Ankara ile Moskova’yı kaçınılmaz olarak birbirine 
yaklaştırıyordu. TBMM’nin açılışını izleyen günlerde Lenin ile Mustafa Kemal arasında 
haberleşme başladı. 11 Mayıs 1920’de Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey’in başkanlığında bir 
kurul Moskova’ya gönderildi. 3 Haziran’da Rusya Misak-ı Milli’yi tanıdığını açıkladı. Ancak 
Rusya’nın Ermenistan lehine yaptığı çıkışlar, Batum ve Lazistan dedikleri bölgedeki bazı 
istekleri ilk dönem görüşmelerini sıkıntıya soktu.
Temmuz 1920’de İnglizler Batum’u boşaltınca Gürcistan ordusu bölgeyi işgal etti. Bu işgal 
Berst-Litovsk Barışına aykırıydı. Ankara hükümetinin verdiği kesin ültimatom üzerine 
Gürcistan, Artvin, Batum  –ileride Ruslara bırakılacaktı- ve Ardahan’ı bırakmaya razı oldu. 
Ermenilere karşı kazanılan zaferin bunda etkisi büyüktü. Birinci İnönü Savaşı sonrasında 5
Rusya’nın çekingen durumu sona erecektir. Ermenistan ve Gürcistan sorunlarının 
çözümlenmesi Yunan ordusuna karşı ilk askeri başarı Rusya’ya güven vermiştir. 16 Mart 
1921  tarihinde Türkiye ile Rusya arasında Moskova Antlaşması imzalanmıştır. Böylece 
Türkiye Rusya sınırı belirlenmiştir. İki taraf da birbirlerinin çıkarlarını zedeleyecek 
uluslararası girişimlerden uzak kalmayı kabul ediyorlardı. En önemlisi  Rusya Türkiye’ye 
maddi yardım yapacaktı. Uzun görüşmelerden sonra Ruslardan para, gerekli silah ve cephane 
alınacaktı. Rusya ile yapılan antlaşma ve sağlanan yardım dış politika alanında gerçekten 
büyük başarıydı. Birer Sovyet Cumhuriyeti olan Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan ile 13 
Ekim 1921’de Kars Antlaşması, Ukrayna ile 2 Ocak 1922’de yapılan karşılıklı dostluk 
antlaşmaları TBMM’nin Doğu siyasetini tam anlamıyla olumlu şekle sokmuştur.
TBMM hükümetinin Batılı devletlerle olan ilişkilerinde ise karmaşık bir süreç yaşanıyordu. 
Herşeyden önce işgalci konumundaki devletlerin  Anadolu’daki direnişi desteklemeyeceği, 
onun resmi temsilcisi durumundaki Ankara ile diplomatik ilişkiler kurmada çekimser kalacağı 
ortadadır. Bununla birlikte Batılı devletlerin de bir blok oluşturmadığı aralarında çıkar 
çatışmaları olduğu görülmektedir. TBMM Batılı güçler arasındaki bu çatışmaları kendi lehine 
kullanarak ilişkiler kurmayı başaracaktır. Sevres Barışına kadar birşekilde işbirliği yapan 
işgalci ülkeler arasında çok önceleri anlaşmazlıklar çıkmıştı. Özellikle İtalyanların, Fransız-
İngiliz yaklaşmasıyla bu ortaklarından soğudukları  görülüyordu. Sevres bu ayrışmayı su 
yüzüne çıkardı. Bu kez Fransızlar da İtalyanlar gibi hayal kırıklığına uğradılar. İngilizlerin 
yoğun olarak Yunanistan’ı desteklemesi her iki devletce de kuşkuyla karşılandı. Bu dönemde 
Birinci İnönü Savaşının kazanılması  büyük devletler arasındaki düşünce ayrılıklarını ortaya 
çıkardı. Fransa ve İtalya’nın çabalarıyla Türkiye sorununu barışçı yollarla çözümlemek yolu 
açıldı. 21 Şubat 1921’de Londra’da bir konferans toplanmasına karar verildi. 
Batılı devletler Londra Konferansına  Ankara hükümetinin yanında İstanbul hükümeti 
temsilcilerini de çağırmışlardı. Ekim 1920’den beri Sadrazam olan ve Anadolu haraketine 
sıcak bakan Tevfik Paşa İstanbul’u temsil ederken, Ankara dışişleri bakanı Bekir Sami Bey’i 
Londra’ya göndermişti. 
21 Şubat 1921’de  Türk Kurulu henüz Londra’ya gelmediği için kendi aralarında görüşme 
yapan Batılı devletler uzlaşma sağlayamamıştı. Llyod George, barıştan çok Yunan ordusunun 
nasıl yok edileceği üzerinde duruyordu. Ancak Fransız heyetinden General Gouraud ile 
Yunan Genelkurmayı arasında sert tartışmalar yaşandı. Yunan tarafı yakında başlatacakları bir 6
askeri harakatla Türk ordusunu dağıtacaklarını ve Ankara’yı işgal edeceklerini iddia ederken, 
Fransız kurmayları güneyde karşılaştıkları direnişten edindikleri tecrübe ile Türk ordusunu 
yok edebilmek için en az 27 tümenin gerekli olduğunu ileri sürüyordu. Fransızlara göre 
Yunan ordusu ana üssü olan Batı Anadolu’dan uzaklaşıp bozkırda dağıldıkça Türkler 
tarafından yok edileceklerdi. Gerçekçi bir şekilde hareket eden Fransızlara göre bu dönemde 
27 tümenlik bir kuvveti değil Yunanistan, büyük batılı devletler bile sağlayamazdı. Tüm 
çekişmelere rağmen İngilizler bağlaşıklarını son kez bir arada tutmayı ve Londra Konferansı 
için ortak bir taslak hazırlamayı başardı.
23 Şubat 1921 günü Türk delegelerinin de katılımıyla toplanan konfransta Llyod George ilk 
sözü Tevfik Paşa’ya vermiş Paşa ise anlamlı bir jest ile sözü ulusun asıl vekillerine yani 
Ankara temsilcilerine bırakmıştı. Bağlaşıkların hazırladıkları ortak tasarı Sevres Barışının 
bazı noktalarda değiştirlmiş şekliydi. Trakya sınırlarından hiç söz edimiyordu. İzmir bölgesi 
Türklerde kalmakla birlikte buralara geniş özerklik veriliyordu. Ermeni ve Kürt devletlerinden 
söz ediliyor, boğazlar eski durumunu koruyordu. Adli ve ekonomik kapitülasyonlar sürüyor, 
ancak bu işleri yürüten komisyonlara Türkler de üye olabiliyordu. Ordunun asker sayısında 
ise Sevres’teki miktarın 30.000 fazlası öngörülüyordu.  Bu teklifler Türk heyeti tarafından 
kabul edilemeyecek nitelikteydi. Londra Konferansında İtalyan-Fransız çıkar birliği Yunan-
İngiliz ortaklığının karşısına dikilmişti. Böylelikle Türk tarafı artık İtalyanlarla ve Fransızlara
yaklaşmaya başladı.
Bekir Sami Bey Fransızlarla 11 Mart 1921’de bir sözleşme imzaladı. Buna göre taraflar 
arasında savaşa son verilecek, tutsaklar karşılıklı olarak serbest bırakılacaktı. Güney sınırı da 
belirlenecekti. 12 Mart’ta İtalyanlarla yapılan sözleşmede de aynı hükümler yer alıyordu. 
Bekir Sami Bey İngilizler de yalnızca esirlerin serbest bırakılması konusunda bir sözleşme 
yapmıştı. Bu sözleşmeye İngilizlere savaş suçlusu saydıkları Türk tutsakları serbest 
bırakmamak hakkını veren bir madde eklenmişti. Bekir Sami Bey Londra’dan döndüğünde 
İkinci İnönü Savaşı kazanılmıştı.  Bu nedenle yaptığı sözleşmeler olumsuz karşılanmış ve 
kabul edilmemişti. Bununla birlikte Batılı devletler de diplomatik bir ilişkiler aşamasına 
gelindiği görülüyordu. 
Anadolu’daki direniş Batı kamuoyu tarafından da yakından izleniyordu. Özellikle Fransız 
kamuoyu Pierre Loti ve Claude Farer gibi Türkiye sempatizanı değerli yazarların etkisiyle 
direnişe sempati besliyordu. Güneydeki Kuvayı Milliye direnişinin Fransızları püskürtmesi de 7
eklenince Fransa için bir an önce barış yapıp buradan çekilmek dışında bir çare kalmadı. 
Sonuçta 20 Ekim 1921 tarihinde Sakarya Zaferinin kazanılmasından hemen sonra Ankara’da 
imzalanan antlaşma (Ankara İtilafnamesi) ile Fransa resmi düşman olmaktan çıktı. Güneybatı 
sınırı Hatay-İskenderun dışında bugünkü durumunu aldı. 
İtalya ile ilişkilerde bu dönemde iyileşme yaşandı. İtalya İngiltere tarafından aldatıldığını 
düşünüyordu. Bu nedenle Anadolu’daki pozisyonu işgalci bir devletten çok farklı bir görüntü 
arzediyordu. İngiltere-Yunanistan işbirliğine karşı  İtalya Anadolu halkının sempatisini 
kazanmaya çalışıyordu. Ekonomik çıkarlarını artırabilmek için halka Yunan-İngiliz 
düşmanlığını aşılıyor, köylülere iyi davranıyor, dispanserler açarak halka bedava bakıyorlardı. 
Yunan işgal bölgesinden gelen göçmenlere yardım ediyorlardı. Çiftçi ve tüccarlara kredi 
veriyorlar, posta örgütü kurup okullar açıyorlardı. Londra Konferansı sonrasında İngiltere ile 
ilişkileri bozulduğunda açıkça Ankara hükümetinin siyasetini desteklemeye başladılar.  Kont 
Sforza’nın öngörülü siyaseti İtalya’yı Anadolu’da bir maceraya atmaktan kurtarmıştı. 
İngiltere ise İtalya ve Fransa’nın aksine Yunanistan’ı desteklemekten vazgeçmiyordu. 
Sakarya Savaşı sonrasında Paris’te toplanan müttefikler 26 Mart 1922’de Türkiye’ye barış 
önerdiler. Hazırlanan öneri aslında bir İngiliz taslağıydı. Buna göre Yunanistan Anadolu’yu 
boşaltacak, Trakya’da Tekirdağ Türklerde, Kırklareli, Babaeski, Edirne Yunanlılarda 
kalacaktı. Doğudaki Ermenistan isteğinden vazgeçilmiyordu. Boğazlar silahsızlandırılacak 
Türklere verilecekti. Ordu sayısı 85.000’e çıkarılıyordu.  Bu öneri de Türk tarafınca kabul 
edilemez bulunacaktı. Bu durumda çözüm savaşın sonucunda belirlenecekti. 
SAVAŞIM ve DİRENİŞ
Ulusal devletin kurulması ilk planda askeri zaferi kazanmak amacına dayanıyordu. İşgali 
kaldırmak, ekonomik ve siyasi bağımsızlığı iç ve dış kamuoyuna kabul ettirmek en önemli 
hedefti. 
Doğu Cephesi
Mondros Mütarekesi sonrasında Türk orduları Kuzeybatı İran’ı ve Kafkasya’yı boşaltmıştı. 
Bu durumda oradaki Türkler Gürcistan ve Ermenistan Cumhuriyetlerinin tehdidi ve baskısı 8
altına girmişti. Wilson ilkelerinden ilham alan Ermeniler Doğu Anadolu’dan pay için harekete 
geçerek Gümrü, Açmiyazin, Iğdır bölgelerine ve Arpaçay ile Aras kıyılarına kadar geldiler. 
Bununla birlikte Doğu Anadolu’daki birliklerin Komutanı Kazım Karabekir Paşa’nın karalı 
ve enerjik tutumu ile Ermeniler bölgeden çıkarıldılar. 3 Aralık 1920’de Gümrü Barışı 
imzalandı. Bu başarı yeni devlete moral gücü aşıladığı gibi Doğu’daki birliklerin başka 
cephelere alınmasına da olanak sağladı.
Güney Cephesi
Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra Elcezire, Adana, Antep, Maraş ve Urfa bölgelerinde 
birkaç güçsüz birlik kalmıştı. Ancak Fransız ve Ermeni işgaline karşı başlayan direniş kararlı 
bir niteliğe büründü. Sivas Kongre’sinde Adana bölgesinde Kuvayı Milliye kurulması 
kararlaştırıldı. Güçlü direniş sonunda 11 Şubat 1920’de Maraş, 10 Nisan 1920’de Urfa 
Fransızlardan temizlendi. 1 Nisan 1920’de Antep’i kuşatan Fransızlar kente ancak 9 Şubat 
1921’de girebilmişlerdir.  Antep’de Fransız işgaline karşı güçlü bir direniş ortaya çıkmıştır. 
Adana’da  ise  işgalciler büyük kayba uğratılmışlardır.  Tüm bu gelişmeleri ve Sakarya 
Savaşının sonuçlarını dikkate alan Fransa 20 Ekim 1921’de imzaladıkları Ankara Antlaşması 
ile savaşa son vererek geri çekilmişlerdir. 
Trakya’da Durum
Batı Trakya’daki işgali 1919 sonuna kadar tamamlayan Yunanlılar buradaki başarılarını 
dikkate alarak Doğu Trakya’yı da 20 Temmuz 1920 tarihinde istilaya başladılar ve bunu bir 
hafta içinde gerçekleştirdiler. Bu bölgedeki I. Kolordu çarpışarak Bulgaristan’a çekilmiş ve 
oraya sığınmıştı. Büyük Zafer kazanılıncaya kadar üssü Bulgaristan’da bulunan Türk milis 
kuvvetleri tarafından Batı ve Doğu Trakya’da Yunan kuvvetlerini rahatsız etme, sabotaj gibi 
etkinlikler yapılmışsa da, Trakya’nın Anadolu ile bağlantısının kesilmesi nedeniyle buralarda 
düzenli savaşlar olmamıştır. 
Batı Cephesi
Anadolu’da İzmir’in işgalinden sonra en geniş istila eylemi Yunan ordusunca yapılıyordu. 9 
Kasım 1920’de Yunanlılar İzmir’den, Uşak-Sarayköy çizgisine kadar ilerlemiş bulunuyordu. 
Lojistik ve sayısal olarak Türk tarafından üstün olan Yunan ordusu karşısında Türk ordusu 9
yeni kuruluyordu. İki ordu arasında 1921 yılından başlayarak düzenli savaşlar oldu. Kesin 
sonuç ise 1922 Ağustos ayında alındı. 
Ali Fuat Paşa’nın komutasındaki Batı cephesi, genellikle çetelerden, Ethem Bey’in “Kuva-yı 
Seyyare” (Gezici Kuvvet)’inden ve çok az da düzenli birliklerden oluşuyordu. İç 
ayaklanmalar sırasında üstün hizmetler gören gezici kuvveti, düzenli Yunan ordu birlikleri 
karşısında aynı başarıyı gösterme şansına sahip değildi. Ancak bu koşullara karşın, meclis 
içinde de “düzenli ordu birlikleri boşuna besleniyor. Çetecilik daha yararlıdır”, gibisinden 
görüşler belirmeye başlamıştı.
Ekim 1920 ortalarında Batı Cephesi Komutanı Ali Fuat Cebesoy, Gediz’de savunmasız 
durumda olan Yunan tümenini imha konusunda bir öneri getirdi. Genelkurmay Başkanlığı’nın 
karşı çıkmasına rağmen saldırı yapıldı ve önceleri bazı başarılar elde olunduysa da sonuç 
başarısız oldu. 24 Ekim’de başlayan Gediz saldırısına karşılık Yunanlılar, 25 Ekim’de 
Bursa’dan saldırıya geçerek Yenişehir ve İnegöl’ü aldılar. Ali Fuat, Batı Cephesi 
Komutanlığı’ndan ayrıldı ve Moskova’ya elçi olarak atandı. Batı cephesinde de yeni 
düzenlemelere gidildi. Önce cephe ikiye ayrılarak kuzey bölümü, “Batı cephesi” adıyla İsmet 
Bey’in komutasına verildi. Genelkurmay Başkanlığı’na  da Milli Savunma Bakanı Fevzi 
Çakmak vekalet edecekti. Güney bölümü, daha doğrusu İç Güney bölümü İçişleri Bakanı 
Refet Paşa’nın komutasına verildi. Bu cephede bir süvari kuvveti oluşturarak iç düzenin 
sağlanması da öngörülmekteydi.
Cephedeki bu düzenlemeler, çetelerin ve Ethem Bey’in tedirginliğini arttırdı. Ancak Ankara 
da orduda disiplin kurma konusunda kararlı görünüyordu. İlk tasfiye edilen çete Demirci Efe 
oldu, 21 Kasım 1920’de Demirci Efe Çetesi dağıtıldı.  Ardından sıra düzenli birliklere 
katılmama konusunda ısrarlı olan Ethem Bey ve kardeşlerine gelmişti. Ancak 1921 yılı 
başındaki Yunan ilerlemesi bu tasfiyeyi birkaç gün geciktirdi. Gerçekten Yunan ilerlemesinin 
duyulması üzerine eldeki tüm güçleri İnönü’ye gönderen Batı Cephesi Komutanı İsmet Bey,
İnönü’ye geldiği 9 Ocak gecesi, üç tümen bile toplayamamıştı. Yunanlılar’ın ise bunun iki 
katından daha fazla gücü vardı. Ancak tüm olumsuz koşullara karşın Yunanlılar İnönü’de 
durduruldular. Bu büyük başarı tarihimizde I. İnönü Zaferi olarak adlandırılır.10
İngilizler bir yandan Ankara’yı tanıma yoluna giderken, bir yandan da Yunanlılar’a her türlü 
desteği sağlayarak Ankara’yı boğmak istiyorlardı. Nitekim üstün kuvvetlerle yeniden 
saldırıya geçen Yunan Kuvvetleri İnönü’de 3 Mart 1921’de yine durduruldu. 
II. İnönü Zaferi’nden sonra Batı Cephesi yeniden düzenlendi ve Refet Paşa’nın komutasındaki 
Güney Cephesi kaldırılarak tüm Batı Cephesi İsmet Paşa’nın komutasına verildi. Gerçekten 
Güney Cephesi beklenen yararları sağlayamadığı gibi, Refet Paşa, kendinden daha kıdemsiz 
olan İsmet Paşa’nın daha geniş bir cepheye komuta etmesinden dolayı tedirginlik duymakta 
idi.
Ancak Yunanlılar da kesin bir sonuca gitmek istiyorlardı. Ankara’yı hedef alan Yunan 
saldırısı çok üstün kuvvetlerle 10 Temmuz 1921’de başladı. Batı Cephesi’nin iyi direnmesine 
karşın, çembere alınma olasılığı karşısında geriye çekilme kararı alındı ve Mustafa Kemal’in 
de direktifiyle ordu Sakarya’nın doğusuna çekildi. 10-25 Temmuz 1921 tarihleri arasında 
yapılan bu savaş Eskişehir-Kütahya Savaşı olarak adlandırılır ve görünüşte büyük bir yenilgi 
olmasına karşın, ordunun çok az kayıpla ve düzenli olarak geri çekildiği düşünülürse, 
yenilginin fazla önemli olmadığı anlaşılır.
Eskişehir yenilgisi tüm ülkeyi sarstı. Enver Paşa Batum’a gelerek uygun bir fırsat aramaya 
başlamıştı. Meclis şaşırmış bir durumdaydı. Ankara tehdit altındaydı ve Meclis’in Kayseri’ye 
taşınma hazırlıklarına başlanmıştı. İşte bu zor günlerde meclis tüm yetkiyi ve doğal olarak 
tüm sorumluluğu Mustafa Kemal’e verdi. 144 sayılı yasayla 5 Ağustos 1921 tarihinde 
Mustafa Kemal Büyük Millet Meclisi’nin tüm yetkilerine sahip olarak üç ay için 
başkomutanlığa getirildi. Bu arada Fevzi Paşa Genelkurmay Başkanlığı’na, Refet Paşa Milli 
Savunma Başkanlığı’na getirilmişlerdi. Sakarya kıyılarında yapılacak savaş, belirleyici bir 
savaş olacaktı. O sırada Yunan ordusunun Anadolu’daki kuvveti: 5.500 subay, 178.000 er, 
48.900 hayvan, 800 adet üç tonluk kamyon ve 240 adet bir tonluk kamyondu. Bunlardan 
Sakarya Meydan Muharebesi’ne katılan toplam güç, 3.780 subay, 120.000 er, 2.768 makineli 
tüfek, 286 top, tüm kamyonlar ve 18 uçak idi. Sakarya’ya katılan Türk kuvvetleri ise; 5.461 
subay, 93.326 er, 825 makineli tüfek, 139 top, 1.284 araba ve 24 uçak idi.
Çok kritik geçen üç haftalık bir savaş sonunda üstün Yunan kuvvetleri durduruldu ve 
Sakarya’nın batısına püskürtüldü. 23 Ağustos 1921’de, Türk ordusunu yok ederek Ankara’yı 
ele geçirmek ve Büyük Millet Meclisi ve hükümetini dağıtmak amacıyla saldırıya geçen 11
Yunan ordusu durduruldu. 13 Eylül’e dek, yer yer süren çatışmalarda taraflar birbirlerine 
üstünlük sağlayamayarak, karşılıklı savunma düzenine girdiler. Türk ordusunun düşmanı 
yurdun bağrından söküp atmak için saldırıya geçeceği 26 Ağustos 1922 tarihine dek on buçuk 
ay her iki ordu bu savunma düzeni içinde kalacaktır.
Sakarya’dan sonra her iki ordu da toparlanma çabalarına girişmişlerdi. Aslında Yunan 
ordusunun hiçbir saldırı gücü kalmamış durumdaydı. Ayrıca Yunanistan siyasal karışıklıklar 
içindeydi. İngiltere ve Fransa 22 Mart 1922 günü Türkiye ve Yunanistan hükümetlerine 
ateşkes antlaşması yapmalarını önerdiler. Bu öneriye göre iki tarafın askerî birlikleri arasına 
on kilometrelik askersiz bir alan oluşturulacak ve müttefiklerin denetleyeceği her iki taraf da 
hiçbir askerî hazırlık yapmayacaktı. Üç ay içinde barış görüşmeleri başlayamazsa üç ay için 
yapılan bu ateşkes, üçer aylık dönemler şeklinde uzatılacaktı. Zaten tükenmiş bulunan 
Yunanistan öneriyi hemen benimsemişti. 
Daha sonra 26 Mart 1922’de İngiltere ikinci bir nota göndererek; barış ilkeleri ile ilgili 
görüşlerini bildirdi. Bu çerçeve içinde azınlıkların korunması, Doğu’da bir Ermenistan 
kurulması, Boğazlar’da askersiz bir bölge oluşturulması, Trakya’da Türk sınırının hemen 
Tekirdağ’ın batısından başlaması vb. gibi Ankara’nın onaylaması mümkün  olmayan ilkeler 
vardı. Mustafa Kemal 5 Nisan 1922’de verdiği karşı notada ateşkesi ilke olarak kabul 
ettiklerini, ancak dört ay içinde Anadolu’nun boşaltılması koşulunu ileri sürdü. Bu notaya 15 
Nisan 1922’de gelen yanıt olumsuzdu. Zaten bu tür önerilerin Yunanlılar’a bir nefes aldırma 
konusuna yönelik olduklarında da hiç kuşku olmasa gerekir.
Ancak bu dönemde olumsuz bir gelişme Ankara’da Büyük Millet Meclisi içinde vardı. 
Gerçekten özellikle Malta’dan dönen İstanbul meclisi üyelerinden bir kısmının da 
katılmasıyla Ankara’da Mustafa Kemal ve çevresine karşı önemli ölçüde muhalefet 
başlamıştı. Ayrıca meclis içinde orduya karşı da yersiz akımlar başlamış ve ordunun 
Sakarya’dan sonra aylar geçtiği halde saldırıya geçmemesi eleştirilmeye başlanmıştı. Bu 
olumsuz propagandaların ordu safhalarına dek götürüldüğü anlaşılıyordu.
Bu arada “Başkomutanlık Yasası” bu tartışmaların gün ışığına çıkmasına neden olan olaylar 
doğurdu. Gerçekten Mustafa Kemal’e meclisin tüm yetkileriyle Başkomutanlık sıfatını veren 
yasa 5 Ağustos 1921’de çıkarıldıktan sonra, ilk kez 31 Ekim 1921’de, ikinci kez 4 Şubat 
1922’de uzatılmıştı. Ancak üçüncü kez uzatmak sözkonusu olduğundan Mustafa Kemal’in 12
rahatsız olduğu için meclise gelmediği 5 Mayıs 1922’de meclis içindeki karşıtlar 
Başkomutanlık Yasası’nın uzatılmasını kabul etmemişlerdi. Bunun üzerine Bakanlar Kurulu 
da istifa etmeye karar vermiş ve bunu Mustafa Kemal’e bildirmişlerdi.
Mustafa Kemal, Bakanlar Kurulu üyelerine bir gün beklemelerini rica ederek 6 Mayıs 
1922’de meclise geldi ve yapılan gizli oturumda uzun açıklamalarından ve kıyasıya 
tartışmalardan sonra Başkomutanlık Yasası 15 çekimser ve 11 muhalif oya karşı 177 oyla 
yeniden kabul edildi.
Daha sonra 26 Mart 1922’de İngiltere ikinci bir nota göndererek; barış ilkeleri ile ilgili
görüşlerini bildirdi. Bu çerçeve içinde azınlıkların korunması, Doğu’da bir Ermenistan 
kurulması, Boğazlar’da askersiz bir bölge oluşturulması, Trakya’da Türk sınırının hemen 
Tekirdağ’ın batısından başlaması vb. gibi Ankara’nın onaylaması mümkün olmayan ilkeler 
vardı. Mustafa Kemal 5 Nisan 1922’de verdiği karşı notada ateşkesi ilke olarak kabul 
ettiklerini, ancak dört ay içinde Anadolu’nun boşaltılması koşulunu ileri sürdü. Bu notaya 15 
Nisan 1922’de gelen yanıt olumsuzdu. Zaten bu tür önerilerin Yunanlılar’a bir nefes aldırma 
konusuna yönelik olduklarında da hiç kuşku olmasa gerekir.
Ancak bu dönemde olumsuz bir gelişme Ankara’da Büyük Millet Meclisi içinde vardı. 
Gerçekten özellikle Malta’dan dönen İstanbul meclisi üyelerinden bir kısmının da 
katılmasıyla Ankara’da Mustafa Kemal ve çevresine karşı önemli ölçüde muhalefet 
başlamıştı. Ayrıca meclis içinde orduya karşı da yersiz akımlar başlamış ve ordunun 
Sakarya’dan sonra aylar geçtiği halde saldırıya geçmemesi eleştirilmeye başlanmıştı. Bu 
olumsuz propagandaların ordu safhalarına dek götürüldüğü anlaşılıyordu.
Bu arada “Başkomutanlık Yasası” bu tartışmaların gün ışığına çıkmasına neden olan olaylar 
doğurdu. Gerçekten Mustafa Kemal’e meclisin tüm yetkileriyle Başkomutanlık sıfatını veren 
yasa 5 Ağustos 1921’de çıkarıldıktan sonra, ilk kez 31 Ekim 1921’de, ikinci kez 4 Şubat 
1922’de uzatılmıştı. Ancak üçüncü kez uzatmak sözkonusu olduğundan Mustafa Kemal’in 
rahatsız olduğu için meclise gelmediği 5 Mayıs 1922’de meclis içindeki karşıtlar 
Başkomutanlık Yasası’nın uzatılmasını kabul etmemişlerdi. Bunun üzerine Bakanlar Kurulu 
da istifa etmeye karar vermiş ve bunu Mustafa Kemal’e bildirmişlerdi. Mustafa Kemal, 
Bakanlar Kurulu üyelerine bir gün beklemelerini rica ederek 6 Mayıs 1922’de meclise geldi 
ve yapılan gizli oturumda uzun açıklamalarından ve kıyasıya tartışmalardan sonra 
Başkomutanlık Yasası 15 çekimser ve 11 muhalif oya karşı 177 oyla yeniden kabul edildi.13
24 Ağustos 1922’de Batı Cephesi Karargâhı Akşehir’den; Afyonkarahisar’ın hemen 
güneyindeki Şuhut’a alındı ve Mustafa Kemal Kocatepe’deki çadırlı ordugâha yerleşti. 26 
Ağustos 1922’de Türk Büyük Taarruzu sabah saat 5.30’da başladı. Seri bir baskın şeklinde 
gelişen Türk saldırısı sonunda; kolay kolay geçilemeyeceği sanılan Yunan mevzileri aşıldı ve 
Aslıhanlar yöresinde çevrilen Yunan kuvvetleriyle 30 Ağustos 1922’de yapılan kesin sonuca 
giden Başkomutanlık Meydan Savaşı’ndan sonra Yunan ordusu tümüyle dağıtıldı ve 
aralarında cephe komutanı General Trikopis olmak üzere büyük bir kısmı tutsak alındı.
Mustafa  Kemal Paşa tüm komutanlarla yaptığı toplantının ardından düşmanın durmaksızın 
izlenmesini  emretti:  Ordular ilk hedefiniz Akdenizdir ileri!  Geniş bir cephe ile Batıya 
ilerleyen ordular 9 Eylülde İzmir’e girdiler. Bir gün sonra Başkomutan İzmir’e geldi. 
Kuzeydeki birlikler Yunan birliklerini Mudanya ve Bandırma yöresine sürdüler.  11 Eylülde 
Bursa kurtuldu. 18 Eylül 1922’de Batı Anadolu’da hiçbir Yunan askeri kalmamıştı. Türk 
birliklerinin bir kısmı İzmit’ten İstanbul yönüne bir bölümü de Çanakkale’ye yaklaştı. 
Buradaki birlikler İngiliz birlikleriyle karşı karşıya geldiler. 
Sonuç:
Birinci Dünya Savaşı sonunda düzenlenen barış konferanslarındaki temel tasarı, savaştan 
galip çıkan devletlerin çıkarlarını yansıtacak bir uluslararası ilişkiler atmosferinin 
yaratılmasıydı. Bu çerçevede Osmanlı İmparatorluğu’nun payına düşen de yenik bir devlet 
olarak parçalanmaktan öteye gidemeyecekti. Sevr Antlaşması’nın Osmanlı İmparatorluğu 
üzerinde öngördüğü düzenlemeleri kavrayabilmek için, özellikle Lozan Antlaşması ile 
karşılaştırılması uygun olacaktır. Milli mücadelede Batı Cephesi’nde Yunanlı işgalcilere karşı 
savaşılmış olup, bu kuvvetlere karşı verilen ilk savaşlar olan I. ve II. İnönü Savaşları önemli 
zaferlerle sonuçlanmıştır. Bu zaferler, Türk ulusunun milli mücadeleye olan inancını ve 
güvenini artırdığı gibi, Ankara hükümetinin de uluslararası toplum tarafından Türklerin meşru 
temsilcisi olarak tanınmaya başlamasını sağlamıştır. Eskişehir-Kütahya Savaşı bu dönemde, 
sarsıcı bir yenilgi olsa da Türk ordusunun cepheden düzenli ve az kayıp vererek geri 
çekilmesi bu yenilginin sonuçlarının yıkıcı olmamasını sağlamıştır. Sakarya Savaşı’nda 
sağlanan başarı milli mücadele güçlerinin ve genel olarak Türk Ulusu’nun kendine olan 14
güvenini yeniden arttırmıştır. Bu aşamadan sonra, Ankara Hükümeti Atatürk’ün 
Başkomutanlık unvanını ve yetkilerini üçüncü kez uzatmış ve Batı Cephesi’ndeki savaşı 
bitirecek adımı Büyük Taarruz’u başlatarak atmıştır. Son derece etkili bir hücum savaşıyla, 
Yunanlı işgalcileri Türk topraklarından atan ve İzmir’i kurtararak Anadolu’yu büyük oranda 
düşmandan temizleyen milli mücadele güçlerinin başarısı Mudanya Mütarekesi’yle 
uluslararası camia tarafından da tanınmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder