13 Mayıs 2012 Pazar


1
4. HAFTA: DİRENİŞ, TOPLUMSAL KOŞULLAR VE MECLİS 
Özet:
Burada ulusal Meclis çatısı altında örgütlenen direniş ve toplumsal altyapı incelenecektir. 
Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun'a çıkışıyla birlikte ulusal kurtuluş mücadelesi başlamıştır. 
Ancak bu mücadele ciddiyet kazandıkça, önüne çıkarılan engeller de artmıştır. Bu engellerin 
biri de Anadolu’da pek çok yerde ortaya çıkan ayaklanmalardır. Ayaklanmaların nedenleri 
genel olarak, işgalci güçlerin baskısı, maddî desteği, Saray’ın kışkırtmaları, uzun süren 
savaşın halk üzerinde yarattığı yorgunluk, bıkkınlık ve yenilgiler nedeniyle ümitlerini 
kaybetmesi olarak açıklanabilir. TBMM’nin kuruluşundan önce başlayan iç ayaklanmalar, 
TBMM kurulduktan sonra da devam etmiştir. Gerçekten 1920 ve 1921 yıllarında Türk ordusu, 
Doğu’da Ermeniler, Batı’da Yunanlılar ve Güney’de Fransızlara karşı varolma mücadelesi 
verirken, yurt içinde de bir dizi ayaklanmalarla uğraşmak zorunda kalmıştır. Bu bölümde 
ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında TBMM açıldıktan sonra geçekleşen ayaklanmaların neden ve 
sonuçları açıklanmaya çalışılacaktır.
4. HAFTA: DİRENİŞ, TOPLUMSAL KOŞULLAR VE MECLİS 
Ulusal direniş hareketinin başladığı dönemde Anadolu’daki toplumsal ve ekonomik koşullar 
birçok araştırmanın konusu olduğu gibi, halkın psikolojik durumu da çoğu kez edebiyatçıların 
satırlarında aktarılmıştır. Bu konuda Halide Edip, Yakup Kadri, Kemal Tahir gibi isimlerin 
yapıtları dikkat çekici noktalar içermektedir. Özellikle Halide Edip ve Yakup Kadri’nin 
aktarımları döneme şahitlik etmiş kimseler  olması açısından da değer taşımaktadır. Hiç 
şüphesiz 1908’den beri savaşlarla karşı karşıya olan, gençleri cephelerde ardı ardına feda 
etmiş bir toplumun psikolojisi özellikle yeni bir işgal ve direniş mücadelesi karşısında dikkate 
alınması gereken bir durumdur.  İzmir’in işgali karşısında Batı Anadolu’da beliren  direniş 
hareketi Anadolu’nun çeşitli yerlerinde karşılık bulmakla birlikte  bazı durumlarda
umutsuzluğun verdiği bir ilgisizlikle de gözlerden kaçmıyordu. Madden tükenmiş, psikolojik
olarak yıpranmış bir toplumda yeniden bir direniş örgütleyebilmek, asker ve vergi 2
toplayabilmek o günün koşullarında hiç de kolay değildir. Unutmamak gerekir ki TBMM’nin
kabul ettiği ikinci yasa özellikle asker kaçaklarını cezalandırmayı hedefleyen Hıyanet-i
Vataniye Kanunu idi. Yine Meclisin kurulmasından önce ve sonra zor günler yaşatan isyan
hareketlerini de başka türlü anlamak mümkün değildir.
İç isyanların ardında sarayın ve müttefiklerin işbirliği ve kışkırtıcılığı yer almakla birlikte,
kimi kez etnik taleplerin, dini içerikli kışkırtmaların etkisi de vardı. Ancak bu tarz hareketlerin
yayılabilmesinde, Kuvayı Milliye ve Ankara hükümetine zor günler yaşatabilmesinde kısacası
öyle ya da böyle toplumsal destek görebilmesinde bu yılgınlık psikolojisinin de etkisi vardı.
Özellikle iç isyanlar dönemi meclisin toplanmasından önceki ve sonraki süreciyle direnişi
boğmak için oluşturulmuş bir karanlık devre denk geliyordu. Meclisin kurulmasından önceki
ilk önemli ayaklanma  bir tür Kürdistan Hareketi olarak adlandırabileceğimiz Ali Batı
Olayı’dır (11 Mayıs - 18 Ağustos 1919). Ancak bu hareket bölgesel bir ayaklanmadan çok
İngiltere’nin özendirmesiyle girişilen ve yabancı emellere alet olunan bir girişim
görüntüsündedir. Ali Batı, Midyat’ın güneyindeki aşiretlerden birinin reisiydi. İngiltere’nin
Kürtçülük akımlarını özendirdiği bir dönemde “Hükümet zayıf düştüğünden padişah bu
bölgenin muhafazasını bana emanet etti. Yakında Mardin’de oturup buraları muhafaza
edeceğim” şeklinde propagandaya girişti. Midyat’tan sonra Nusaybin ve Savur çevresinde
kimi aşiretleri de etkisi altına aldı. Ancak büyük boyutlar kazanmaya müsait olan bu eylem
13. Kolordu’ya bağlı birliklerin ısrarlı çabalarıyla yavaşlatıldı. Nihayet 18 Ağustos 1919’da
Medah’ta sıkıştırılan Ali Batı çatışma sırasında öldürüldü ve ayaklanma sona erdi. Bunu
izleyen bir diğer ayaklanma ise Bozkır Ayaklanmasıdır. Bozkır’da biri 27 Eylül-Ekim 1919,
diğeri 20 Ekim-4 Kasım 1919 tarihlerinde olmak üzere iki  kez görülen ayaklanmalar  özde
Konya’nın İstanbul’dan yana olan valisi Cemal Bey’in 27 Eylül 1919’da İstanbul’a kaçmadan
önce sürdürdüğü tahriklere dayanır ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni ve bağımsızlıktan yana
güçleri hedef alır. Ancak ayaklanmalar fazla bir alana yayılmadan şiddetle bastırılmıştır.
Tüm bunlara rağmen Batı Anadolu’da ulusal kuvvetleri en çok uğraştıran ayaklanma Anzavur
Ayaklanması’dır. Anzavur Ayaklanması da iki aşamalı olmuştur. 1 Ekim - 25 Kasım 1919
arasında yaklaşık olarak iki ay süren ayaklanma, Birinci Anzavur Ayaklanması olarak
adlandırılır. 16 Şubat  - 16 Nisan 1920 arasında süren ayaklanma da İkinci Anzavur
Ayaklanması’dır. Bigalı Ahmet Anzavur, İzmit mutasarrıflığı yapmış emekli bir jandarma
binbaşısıydı ve Çerkez kökenliydi. Anadolu’daki ulusal direnişleri arkadan vurmak ilk
amacıydı. Anzavur İstanbul’dan gönderildiği Biga, Manyas ve Gönen çevresinde bir süre 3
dolaşıp taraftar toplamaya çabaladıktan sonra, Susurluk’a gelerek, halkı Kuva-yı Milliye
aleyhine kışkırtmaya yönelik konuşmalar yaptı. Balıkesir’e giderek bu amaçla, yani Kuva-yı
Milliye için toplanan paraların hesabını soracağını bildirdi.
Bölgede yer yer ulusal kuvvetlere karşı direnişler başlamıştı.  Silahlı bir müdahaleden önce
Edremit Kaymakamı Köprülü Hamdi Bey, 5 Kasım 1919’da Balıkesir’den Manyas’a giderek
Anzavur’u iknaya çalıştı.  Burada farklı bir taktik izleyen  Anzavur yeterince güç
toplayamamış olduğundan, hata ettiğini anladığını ve ulusal kuvvetlerle birlikte çarpışmaya
hazır olduğunu bildirdi. Hamdi Bey  ikna olarak Balıkesir’e döndü ve durumu 61. Tümen
Komutanı Albay Kâzım (Özalp) Bey’e  aktardı. Anzavur’un ikili oynadığını anlayan Kâzım
Bey Anzavur’a karşı harekete geçti. 15 Kasım 1919’da Demirkapı’da sıkıştırdı. Ancak
kuvvetlerinin dağılmasına karşın Anzavur kaçmayı başardı. İki ay sonra gerçekleştirdiği
ayaklanma da İstanbul’un ve İngilizlerin desteğini alıyordu. Nisan 16’da Çerkez Ethem’in
birlikleri kaşısında yenilen   Anzavur kuvvetleri tümüyle dağıldılar ve Anzavur Karabiga
üzerinden İstanbul’a kaçtı.
Üzerinde durulacak bir başka ayaklanma da Şeyh Eşref Ayaklanması ya da Hart Olayı’dır. 26
Ekim  - 24 Aralık 1919 tarihleri arasında gerçekleşen bu ayaklanmada, Bayburt’un Hart
Kazası’nda Şeyh Eşref,tüm subayların ve memurların kâfir olduklarını ileri sürerek halkı
kışkırttı ve geniş bir yöreyi denetimi altına almayı başardı. Ancak Kâzım  Karabekir’in 15.
Kolordusu’na bağlı 9. Tümen 24 Aralık’ta Hart’ı kuşattı ve ayaklanmayı bastırdı.
Bu dönemde  Güney Cephesi’nde de dikkat çekici gelişmeler yaşanıyordu. Yerel halkın
buradaki girişimler sonuç vermiş  Fransızlar’ın işgali altında bulunan Maraş ve Urfa bu
dönemde kurtarılmış, Antep’te ise Fransızlar’ın önemli ölçüde yıpratıldığı direnmeler
gerçekleştirilmiş, ancak Antep’in kurtuluşu daha sonraya kalmıştı.
Maraş, Mondros’un 7. maddesine dayanılarak 22 Şubat 1919’da İngilizler tarafından işgal
edilmiş, Urfa da aynı gerekçeyle 24 Mart’ta işgal altına alınmıştı. Ancak İngilizler gerek bu
iki kentte, gerekse 17 Aralık 1918’de işgal ettikleri Antep’te kalıcı değillerdi. Nitekim 30
Ekim 1919’da İngiltere bölgeyi Fransızlar’a terketti. Antep ise 5 Kasım 1919’da devredildi.
Bölgeye Fransızlar’ın yerleşmesi, zaten duyulmakta olan ulusal tepkiyi arttırmıştı. Bu
tepkileri frenlemek isteyen Fransızlar çevredeki Ermeniler’i silahlandırmaya başladılar.
Ancak, bu tepkinin, artmasına neden oldu. Maraş’ta yer yer sürtüşmeler olur ve bu 4
sürtüşmeler kanlı bir şekilde sonuçlanırken, Fransızlar 26 Kasım 1919’da Maraş Kalesi’ndeki
Türk bayrağını indirerek yerine Fransız bayrağını çektiler.
Bu davranış da sert tepkilere yol açtı. Zaten iki gün sonra Veziroğlu Mehmet Bey’in evinde
toplanan Maraş yurtseverleri silahlı direnmeyi örgütlemeye başladılar. Sonunda 21 Ocak 1920’de
başlayan çatışma 22 gün sürdü ve 12 Şubat 1920’de Fransızlar Maraş’ı terketmek zorunda
kaldılar.
30 Ekim’de Fransızlar’ın Urfa’yı İngiltere’den devralmasıyla şehirde örgütlenme başlamıştı.
Özellikle Yüzbaşı Ali Saip çevredeki aşiretlerin örgütlenmesinde çok başarılı olmuştu. 7-8
Şubat gecesi çevre aşiretlerden derlediği üç bin kişilik bir kuvvetle Urfa’yı kuşatan Kuva-yı
Milliye Kumandanı Ali Saip (Namık) Urfa’daki Fransız kumandanına 24 saat süre tanıyarak
kenti boşaltmasını istemişti. Fransız komutanının bu öneriyi kabul etmemesi üzerine ulusal
kuvvetler 9 Şubat 1920’de çatışma olmadan Urfa’ya girdi.  Ancak Urfa’da ilginç bir durum
ortaya çıkmıştı. Kentin bir bölümünde Fransızlar, bir bölümünde Türkler mevzilenmişlerdi.
Çatışma kaçınılmaz görünüyordu ve nitekim 11 Şubat’ta çatışma başladı. Kış koşulları altında
uzun ve çetin geçen savaşlardan sonra 8 Nisan’da Fransızlar mütareke istediler. Serbestçe
çekilebilme olanağının tanınması, kentte kalacak olan Ermeni ve Amerikalılar’ın yaşamlarının
güvence altında olması ve esirlerin salıverilmesi koşullarını ileri sürmüşlerdi. Bu koşullar
kabul edildi ve 9 Nisan 1920’de mütareke yapıldı. Buna göre 11 Nisan 1920’de gece
yarısından sonra Fransızlar Urfa’yı boşalttılar. 61 gün süren kanlı savaşım Urfa’nın
kurtarılmasıyla sonuçlanmıştı.
Anadolu’da rahatsızlık yaratan ayaklanmalar TBMM Ankara’da göreve başladıktan sonra da
sürdü. Bu ayklanmaların nedenleri şu başlıklar altında toplamak mümkündür:
1- İstanbul’daki başta Sultan ve özellikle Damat Ferit hükümetlerinin olumsuz
tavrı, Anadolu harekatını bir avuç maceraperestin riskli girişimi olarak değerlendiren
başta basın muhalif çevrelerin tutumları ilk neden olarak değerlendirilebilir.
2- İngiltere’nin geniş bir haber alma ve propaganda örgütü kurarak ve büyük
paralar harcayarak her türlü ayrılıkçı akımı ve Ankara’ya karşı muhalefeti
desteklemesi. İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun dağıtılmasının yanısıra temel
amacı, İstanbul ve Çanakkale boğazlarının denetimini tümüyle ele geçirmekti. Bu 5
amaca yönelik olarak boğazların doğusunda iki tampon bölge kurulması çok yararlı
olacaktı. Çanakkale Boğazı’nın doğuya karşı kapatacak olan Biga, Gönen ve
çevresindeki bölge ve İstanbul Boğazı’nı doğuya karşı kapatacak olan Düzce, Hendek
ve çevresi idi. Ankara hükümetine karşı çıkan en geniş ayaklanmanın bu yörede
gerçekleşmesinin ardında İngiltere’nin bu niyeti etkiliydi.
3- Halkın savaştan bıkmış ve yorulmuş olması da, İngiltere gibi güçlü bir
düşmana karşı uzun sürebilecek bir savaşa yeniden girişmeme düşüncelerini
doğuruyordu. Bunun aksine çabalamakta ve örgütlenmekte olan Ankara’nın tepki
uyandırması doğaldı. Ayrıca halifeye de ters düşen eylemler, “din elden gidiyor”
propagandasının bir noktada başarılı olmasını sağladı. Tüm bunların yanısıra
Ankara’nın yorgun halka bir takım yeni külfetler yüklediği de açıktı.
4- Ayaklanmaların bir başka nedeni de Anadolu’da yaşayan azınlıkların  bu
kaos döneminde kendi geleceklerine dair bağımsızlık projeleridir.  Trabzon
çerçevesindeki Rum Pontusçuların ayaklanması bu çerçevede değerlendirilebilir.
Elbette ayaklanmalarda bu faktörlerin hepsi birden de etkili olabiliyordu. Düzce Ayaklanması
hem dinsel kökenli ve hem de etnik kökenli bir ayaklanmadır.  Dinsel kökenli bir
ayaklanmadır. Zira “şeriat” çok işlenen bir motif olarak görülmektedir. Etnik kökenli bir
ayaklanmadır, zira ayaklanan yöre halkı genellikle Abhaza ve Çerkezlerden oluşmaktadır.
Ancak bu ayaklanmalarda bir bağımsızlık ya da Doğu’da görüldüğü gibi özerklik dileği
yoktur. Temel amaç Ankara’nın otoritesinin kırılması, İngilizler’in tutsağı ve yazık ki kuklası
durumuna gelmiş olan padişahın otoritesinin geri verilmesi idi. Bu, hiç kuşkusuz otoritenin
İngiltere’ye geri verilmesi demek olacaktı. Bu ayaklanma ilki 13 Nisan 1920 - 31 Mayıs 1920
tarihleri arasında ikincisi ise 1. ve 8 Ağustos - 23 Eylül 1920 tarihleri arasında gerçekleşmiş
iki aşamalı bir ayaklanma idi. Beypazarı’nda başlayıp tüm Bolu’ya yayılmıştı. Batı Cephesi
Komutanı Ali Fuat Paşa’nın görevlendirmesiyle Çerkes Ethem tarafından bastırılmıştı.  8
Ağustos - 23 Eylül 1920 tarihleri arasında gerçekleşen II. Düzce Ayaklanması, birincisi kadar
geniş boyutlara ulaşamamış ve kolay bastırılmıştır.
Yozgat ayaklanmaları da İstanbul’un yaydığı propagandanın sonucu olarak ortaya çıkmıştı.
Bunun yanında burada bölgesel güçlerin ve etkinlik savaşımının da önemli nedenler arasında
olduğu görülmekteydi. Tıpkı Düzce Ayaklanmasında olduğu gibi iki aşamalı olarak 6
gerçeklemişti. 15 Mayıs-27 Ağustos 1920’de Yozgat, Boğazlıyan, Şarkışla, Yıldızeli, Tokat,
Zile, Çorum’da yayılmıştı. Uzun uğraş sonrası Çolak İbrahim kuvvetlerinin Batı’dan ve Albay
Rafet Bele kuvvetlerinin kuzeyden gelmesi ile ayaklanmanın tehlikeli dönemi sona erdi ve
küçük asi gruplarının tek tek dağıtılmalarıyla 15 Mayıs 1920’de başlayan I. Yozgat
Ayaklanması, 27 Ağustos 1920’de bitmiş oldu. Ayaklanmanın ikinci aşaması ise 5 Eylül - 30
Aralık 1920 tarihleri arasında gerçekleşmişti. Aslında bu ayaklanma I. Yozgat
Ayaklanması’nda olduğu kadar geniş kitleleri peşinden sürükleyememiş ve uzun süreli
olmasına karşın, dar boyutlar içinde kalmıştı.
Bu ayaklanmalar Meclisin dikkatini işgale karşı düzenli ordu oluşturma üzerine
yoğunlaştırdığı bir dönemde gücünü zayıflatmış, maddi ve askeri kayıplara neden olmuştu.
Ancak içlerinden bazıları Meclise karşı ciddi bir tehdit haline de gelmiştir.  Çerkez Ethem
ayaklanması bu duruma örnek gösterilebilir.  özü ve nedenleri bakımından, ulusal savaş
içindeki tüm diğer ayaklanmalardan çok farklıdır. Herhangi bir bölgesel nedene dayanmadığı
gibi,  etnik nedenleri de yoktur.  Gerçekten, Batı Cephesi kurulmadan önce ve düzenli ordu
birlikleri oluşturulamamışken Çerkez Ethem’in “Gezici Kuvveti” (Kuva-yı Seyyare) diğer
çeteler gibi ve tüm Kuva-yı Milliyeciler gibi kendi başına buyruk çalışırken büyük hizmetler
görmüştü. Ancak Ali Fuat Paşa’nın Batı Cephesi Komutanlığı’ndan alınarak cephe İsmet Paşa
ve Refet Paşa’nın komutası altına verilince, cephede düzen sağlanması çalışmaları başladı.
İşte Çerkez Ethem’in uyumsuzluğu bu noktada başladı. Ethem düzenli birliklere katılmak
istemediğinden Ankara hükümetine karşı ayaklandı. Onun hareketi özellikle I. İnönü Savaşı
sırasında Ankara’yı zora soktu.   Çerkez Ethem ve kardeşlerinin Yunanlılar safına geçmesi
mecliste büyük bir tepki uyandırmıştı. Ağabeyi Reşit Bey’in milletvekilliği kaldırıldı,
davranışları şiddetle kınandı.Gezici Kuvvetler, Kütahya’da bulunan İzzet Paşa komutasındaki
tümene saldırdıysalar da başarılı olamadılar. 11 Ocak 1920’den 14 Ocak 1920’ye dek süren
savaşlardan sonra Gezici Kuvvetler dağıldı ve kaçmaya başladı. 13 Ocak 1920’den 22 Ocak
1920’ye dek geçen dokuz gün içinde Derviş Bey komutasındaki süvari tümeni tüm yöreyi
temizledi.
İsyanlar içinde etnik nitelikli olanlarda vardı. Bunlar arasında Koçkiri isyanı ilk akla gelendir.
Koçkiri Aşireti, Hafik (Koçhisar), Zara, İmranlı, Suşehri, Refahiye, Kemah, Divriği, Kangal,
Ovacık, Kuruçay kazalarıyla, Hamo, Zımara bucakları ve bunları çevreleyen 135 köyü
kapsayan bir alana yayılmış, Kürt kökenli bir aşiretti. Yaşadıkları bölgede, yaklaşık 40 bin
kadar nüfus vardı. Koçkiri Aşireti beş ana kabileden oluşmaktaydı. Bunlar; İbolar, Zazalar, 7
Balular, Kerteliler ve Sarular’dı.  Koçkiri isyanı  1920 Ekim ayında patlak verdi.  10 Mart
1921’de Elazığ Vilayeti, Erzincan sancağı ve Sivas Vilayeti’nin Divriği ve Zara kazaları için sıkı
yönetim ilan edilerek Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa, savaş durumu görev ve yetkisiyle
Koçkiri Aşireti Ayaklanması’nı bastırmakla görevlendirildi. Ayaklanmanın bastırılması çabaları
Alişan Bey’in teslim olduğu 17 Haziran 1921’e  dek sürdü. Ancak Nurettin Paşa’nın
ayaklanmayı bastırmadaki bazı davranışları ve ayaklanmanın bastırılmasından sonra
“ayaklanan köyleri dağıtmak ve Anadolu’nun başka yörelerine sürmek” şeklindeki önerisi
Büyük Millet Meclisi’nde sert tepkilere yol açtı ve Nurettin Paşa görevden alındı. Meclisten
seçilen bir inceleme komisyonu Sivas ve Zara’da dolaşarak durumu yerinde saptadı ve Koçkiri
Ayaklanması’nın doğrudan siyasal bir niteliği olduğunu belirledi.
Ulusal savaş döneminde iç isyanların yarattığı bunalımın yanında Yunan ilerleyişi de
hazırlanmakta olan orduya zor bir dönemde yaratıyordu. Özellikle 18-26 Nisan 1920 tarihleri
arasında toplanan San Remo Konferansı Osmanlı İmparatorluğu için taşınamayacak kadar
ağır koşullar öngörülmesi ve burada alınan kararlar çerçevesinde bir önerinin Paris Barış
Konferansında Osmanlı baş delegesi, Tevfik Paşa tarafından kabul edilmemesi üzerine,
1
Türkleri zorlamak için güç kullanılmasına karar veren müttefikler, İngiltere’nin Hythe
kasabasında toplanan bir konferansta 19 Haziran 1920’de Venizelos’a Yunan ordularının
ilerlemesi konusunda istediği izni verdiler. Ancak yapılacak askerî harekât Bursa bölgesinde
kalacak, daha fazla ilerlemeyecekti. Yunan saldırısı 22 Haziran 1920’de başladı. Üç koldan
harekete geçen Yunan kuvvetleri, kuzeyde Akhisar ve Soma düştükten sonra 30 Haziran’da
Balıkesir’e, 2 Temmuz’da Mustafa Kemal Paşa ve Karacabey’e girdiler. İkinci kol, İzmir’in
doğusuna doğru ilerledi ve 24 Haziran’da Alaşehir düştü. Aydın cephesindeki üçüncü Yunan
saldırı kolu da 3 Temmuz’da Nazilli’ye girdi. Yunan ileri hareketinin başlaması üzerine Batı
cephesindeki dağınık Türk birlikleri için ilk önlem olarak 2 Haziran gecesi Bakanlar Kurulu
kararıyla Batı Cephesi Komutanlığı kuruldu ve bunun başında Ali Fuat Cebesoy getirildi.
Ancak bu önlem Bursa’yı kurtarmaya yetmedi.
Bursa’nın düşüşünün yankıları bitmeden 20 Temmuz 1920’de Yunanlılar 3 tümenlik bir
kuvvetle Doğu Trakya’ya saldırdılar. Yunan ordusu bir koldan Meriç’i aşarak ilerlerken,
                                               
1
11 Mayıs 1920’de Tevik Paşa’ya bu koşulların bildirilmesinden sonra İstanbul’da bu konuda tepkiler
görüldü. Ancak 21 Mayıs’ta Sultanahmet’te yapılan mitingte “büyük devletlerin adaletine güveniriz”
kararı alınıyor, Vahdettin, Nemrut Mustafa Divanı’nın Mustafa Kemal için vermiş olduğu idam kararını
onayladığı, 27 Mayıs günü, İngiltere Kralı V. George’a yazdığı bir mektupla, barış koşullarının
hafifletilmesini rica ediyordu.8
Tekirdağ’a çıkartma yapan iki tümen Albay Cafer Tayyar komutasındaki 1. Kolordu’yu
yandan vuruyordu. 20 bine yaklaşan mevcudu olan üç tümeniyle 1. Kolordu’nun bu saldırıyı
püskürtmesi beklenebilirdi. Ancak hareket yeteneği olmayan tümenler bozuldular ve 1.
Kolordu 25 Temmuz’da Bulgaristan’a çekildi.
***
Anadolu’daki direniş siyasal ve toplumsal olarak büyük bir dönüşümün izlerini taşıyordu. 600
yıllık bir imparatorluğun yerini beş yıl gibi kısa bir sürede yepyeni bir ülke ve devletin almış
olması başlı başına bir dönüşümdü. Bu süreçte üç türlü dinamik dikkat çekiyordu. Tarihin
mirası, ortamın özgüllüğü ve önderliğin rolü. Bunlardan ilk ikisi devrimler sosyolojisinde
nesnel etkenler, önderliğin rolü ise öznel (sübjektif) ya da iradi (volontarist) faktör olarak
geçmektedir.
I. Tarihin Mirası
a) Ekonomik ve Sosyal Alan: Ekonomik ve sosyal alanda önemli bir değişme 1910’lu
yıllarda yaşanmıştı. İttihat ve Terakki döneminde ortaya konan Milli İktisat siyaseti
19. yüzyılda yarı sömürgeleşme sürecine girmiş olan Osmanlı ülkesinde milli orta
sınıfların  doğumuna yol açmıştı. Bunlar ülkenin ekonomik bağımsızlığı ve
bütünlüğüne ilgi duyan bir ulusal burjuvaziyi yeşerttiler. Eşraf tabakası da kısmen
bunların içinde görülebilir. İşte yerel ve ulusal direniş ve örgütlenmelerin önder
kadroları bu sınıf ve tabakalardan çıkmıştır. İkinci husus kapitalistleşme, burjuvalaşma
sürecinin beraberinde uluslaşma-demokratikleşme dalgasını da sürüklemesidir.
b) Düşünsel Alan: Siyasal düşünce ve kültür alanındaki durum da yukarıda çizilen
tabloyu belli ölçüde yansıtmaktadır.  Müslümanların ve Osmanlıların birliği
siyasetlerinin başarısızlığı İslamcılık ve Osmanlıcılık akımlarını da çaptan
düşürmüştü. Özellikle Balkan Savaşları sonrasında ulusçuluk düşüncesi taraftar
bulmaya başlamıştı.
II. Meşrutiyet döneminde sonraki dönemin yerel ve ulusal kongrelerinde önder
konumuna gelecek olan yerel önderler sorunları ve çözüm yollarını ulusal terim ve 9
ölçeklerde düşünebilecek kıvama gelmişlerdi. Aydınlarda ve yerel önderlerde teokratik
dünya görüşünün yerini laik-pozitivist eğilimler almaya başlamıştı. Meşrutiyetin en
somut katkısı temsili sistemi, parlamentoyu ve sonra da kuvvetler ayrılığını (1909)
yani yasamanın yürütmeden kopup bağımsızlaşmasını getirmiş olmasıdır. İniş ve
çıkışlarla 11 yılı bulan Meşrutiyet parlamentoculuğu siyasete ilgi duyan kitlenin
genişlemesini yani tebaaın vatandaşa dönüşümünün alt yapısını sağlamıştır. Nitekim
1918-1920 bunalımının aşılması için gelişen kongrelerde bu birikimin etkisi
hissediliyordu.
c) Siyasal ve Kuramsal Alan: Devlet, iktidar, demokrasi ve anayasal yönetimle ilgili
bazı kurum ve geleneklerin kongre tipi iktidarlaşmaları ve TBMM’yi kolaylaştırıcı rol
oynadığı söylenebilir. Dönemin tüm olumsuzluklarına rağmen tarihten gelen olumlu
birikimler de mevcuttur. Ülkenin sömürge geçmişi olmama, bağımsız devlet
geleneğinden gelme, dolayısıyla kendi yönetim aygıtı ve personeline sahip olma gibi
avantajlar bunların başında gelmektedir.  Özellikle Meşrutiyet döneminde laik
eğitimden geçmiş olan kadrolar ve bu dönemde haberleşme ve ulaşım (telgraf ve
demiryolu) alanında sağlanan ilerlemeler rasyonel bir kamu yönetiminin temellerini
atmıştır. Mütareke dönemi Türkiye’sindeki kongre hareketleri ve iktidarlarının bu
bağımsız devlet geleneğinden büyük ölçüde beslendiği açıktır. Bu dönemde ülkede
sivil ve askeri kadrolarda bağımsızlık düşüncesinin yükselişinde tüm bu birikim etili
olmuştur. Siyasal ve kurumsal alandaki bir başka miras II. Meşrutiyet
parlamentoculuğuna dayanır. Türkiye mütareke dönemi koşullarına otokratik bir
mutlak monarşi ile değil, anayasalı ve parlamentolu bir rejim olarak girmiştir. Bu
padişahın dönemin koşullarından yararlanarak otoriter eğilimlerini güçlendirme
konusundaki tüm çabalarına rağmen direnişçilerin elini güçlendirecektir.
2. Ortamın Özgüllüğü
a) Uluslaşma:  Birinci Dünya Savaşından yenik çıkılması ve doğal sınırlara dayalı bir
anavatanın elde kalışı hızlı bir uluslalma süreni besleyecektir.  Anavatanın
sömürgeleştirilmesini istemeyenler için ulusal bağımsızlık zemininde birleşmeyi zorun
kılmıştır.
b) Siyasallaşma: Ortamın ikinci büyük yeniliği siyasallaşma konusunda yaşanan
canlanmadır. İşgal tehdidi ve olgusu halkın kendi siyasal seferberliğini kendisinin 10
yaratmasına zemin hazırladı.  Cemiyetler, fırkalar, kongreler, mitingler, basın, kadın
örgütleri bu politizasyonun çeşitli örgütlenme ve eylem türleridir.
c) Uluslararası Durum: Uluslararası ortam tüm olumsuz görünümüne rağmen süreci
tersine çevirecek faktörleri de barındırıyordu.  Bir kere Avrupa ve Asya’da ulusal
demokratik açılımlar için ortam oluşmuştu. Savaşta çokuluslu imparatorluk ve
monarşiler yıkılmış, yerlerine burjuva ya da sosyalist  demokratik cumhuriyetler
kurulmuştu. Asya halklarında da ulusal uyanış önemliydi.
Emperyalist kampta ise çatlaklar vardı. ABD işi ağırdan almış ve İtilaf’a en az bir yıl
kaybettirmişti. Paylaşımdan umduğu payı alamayan Fransa ile İtalya’nın İngiltere ve
Yunanistan ile çelişkileri büyüyordu.
Müttefiklerin demokratik rejimlerle yönetilmeleri de Türkiye için avantajdı. Bu
ülkelerin kamuoyunda savaşa karşı tavırlar belirmişti.
Diplomatik alanda önemli bir gelişme ise Türkiye’nin kuzeyinde  yaşanmıştı.
Emperyalist Çarlık rejimi yıkılmış yeni devrimci iktidar paylaşım antlaşmalarını açığa
vurmuştu. Rusya’nın savaş dışı kalması ve müttefiklerin savaşı Rusya’sız kazanmaları
Türkiye için büyük avantajdı; aksi halde İstanbul’un kurtarılması mümkün olmazdı.
Rusya Şuraları Fedaratif Cumhuriyeti ile Türkiye’nin karşılıklı konumları öylesineydi
ki, Türkiye’yi denetime almadan RŞFC’yi çökertmek zordu. Kuzey komşu öyle
kaldıkça da Türkiye’nin bağımsızlıkçı güçlerin arkası sağlamdı.
Rusya’da yeni rejim ezilen halkların yanında yer aldı. Bu olay dünyadaki antiemperyalist mevzilenme açısından son derece önemli katkı sağlamıştır.
Rusya’nın durumu bir başka özellik taşır. Bu ülke 1905’ten beri işçi, asker ve köylü
Sovyetleri ile kaynıyordu. 1905 ve 1917 devrimlerinde bunların rolü en üst noktaya
çıktı. Türkiye’nin Sınır Doğu bölgesinde (Evliye-i Selase) iki yıl kadar yaşayan şura
hükümetleri deneyinde Rusya’dan ve Kafkaslar’dan gelen bu rüzgaların rolü vardır. Şu
farkla ki Türkiye’deki şura hükümetleri milliyetçi ve burjuva karakter gösterir,
sosyalist bir yönelimleri yoktur. 11
Sonuç:
Ulusal Kurtuluş Savaşı esnasında TBMM’nin açılmasından önce özellikle işgalci güçler ve
Saray, halkı kışkırtarak iç isyanlara sebebiyet vermişlerdir. Bunlar da bağımsızlık
mücadelesinin gelişmesinde oldukça etkili olmuştur. Olağanüstü bir dönemde ortaya çıkan
ayaklanmalar, olağanüstü önlemlerin alınmasını gerekli kılmıştır. Ancak isyanlara karşı
önlemlerde öncelik, şiddetle cezalandırmak yerine iknaya verilmiş, bu gerçekleşmediği
taktirde cezai önlemlerin alınmasını gerektirmiştir. Sonuçta ise iç ayaklanmalar, başarılı
biçimde bastırılmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder