16 Mayıs 2012 Çarşamba


1
10. HAFTA: YENİ TÜRKİYE, SİYASAL DEVRİM VE TOPLUMSAL YANSIMALAR
Özet:
Erken cumhuriyet dönemi siyasi gelişmeleri oldukça sarsıntılı bir süreci içermektedir. 1925
Terakkiperver Fırka’nın kuruluşu, Şeyh Said İsyanı, İzmir Yargılamaları ülke içinde siyasi
tansiyonu yükseltir. Bununla birlikte Takrir-i Sükun dönemi siyasal ve toplumsal dönüşümler
için muhalefetin olmadığı bir ortam yaratır. Devrim kendi sosyo-politik koşulları içinde yeni
bir toplumsal dokunun inşası sürecine girer. Bu derste genç Cumhuriyetin siyasal, toplumsal
ve ekonomik gelişmeleri incelenecek, hukuktan, kadın haklarına, eğitimden gündelik yaşama
kadar olan dönüşümlerin izi sürülecektir.
Saltanatın kaldırılması, cumhuriyetin ilanı ve hilafetin ilgası Yeni Türkiye’nin siyasi rejiminin
temel niteliğini belirleyecek devrimin ilk aşamasını oluşturacaktır. Buna göre modern Türkiye
üç temel sac ayağı üzerinde yükselmektedir. Halk egemenliğine dayalı, laik ve çağdaş bir
cumhuriyet. 23 Nisan 1920’den beri süregelen gelişmeler aslında halk egemenliğini monarşi
karşısında öne çıkarmıştır. Her ne kadar ulusal savaş sırasında pragmatik gerekçelerle saltanat
ve hilafete vurgu yapılmışsa da Anadolu hareketi  yeni bir rejimin şekillenişinin alt yapısını
hazırlamıştır. 20 Ocak 1921’de egemenliğin “kayıtsız şartsız milletin” olduğunu söyleyen bir
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu çıkarılmış, son olarak da 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılmıştı. 15
Nisan 1923’te Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda bir değişiklik yapılmış saltanat yönetimini
isteyenlerin vatana ihanet suçuyla yargılanacakları duyurulmuştu.
Lozan Görüşmelerinin sürdüğü dönemde Meclis seçime giderek yenilenmiş çoğunluğunu
Müdafa-i Hukuk Grubu üyelerinin oluşturduğu yeni bir Meclis iş başına gelmiştir. Bu Meclis
Lozan Antlaşmasını onaylamış (24 Temmuz  1923), hilafeti kaldırmış ve Tevhid-i Tedrisat
Kanunu çıkarmıştı (3 Mart 1924). 1924 tarihinde yeni bir anayasa hazırlayarak rejimin hukuki
temellerini güçlendirmiştir.  Anayasanın hazırlanışı sırasında Mustafa Kemal Paşa ve
çevresinin uygulamak istediği radikal siyasete karşı direnen muhalefet Kasım 1924’te 2
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası çatısı altında toplanmıştı. Cumhuriyet rejiminin  radikal
siyasetini uygulamaya koyması olağandışı yaşanan gelişmelerin sonucunda olmuştur. İlk
olarak 1925 Şubatında patlak veren Şeyh Said isyanı nedeniyle çıkarılan Takrir-i Sükun
Kanunu (4 Mart 1925) yürütmeye neredeyse sınırsız yaptırım gücü tanıyarak Meclis’in önüne
geçmesini sağlamıştır. Yasa basın ve yayın yoluyla muhalefet olanağını da tümüyle ortadan
kaldırmıştır. 1929 Martına kadar geçerli olan kanun muhalefetin susturulmasında da
kullanılmıştır. Bu süreçte Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılmış ve yeni rejimin yeni
uygulamalarını içeren bir dizi kanun çıkarılmıştır. Şapka giyilmesine (25 Kasım 1925),
uluslararası takvimin kabulüne (26 Aralık 1925) ve yeni Türk alfabesine (1 Kasım 1928)
ilişkin kanunlarla 17 Şubat 1926’da kabul edilen Medeni Kanun ilk akla gelen dönüşümlerdir.
10 Nisan 1928’de Anayasa’daki devlet dinine dair madde de kaldırılmıştır.
Rejimin radikal programını öne almasını sağlayan ikinci bir gelişme ise 1926 İzmir ve Ankara
İstiklal Mahkemelerine yol açan, Gazi Mustafa Kemal’e İzmir suikastı girişimidir. Bu
mahkemeler Terakkiperver Fırka mensuplarının yanında eski İttihatçıların da siyasetten
dışlanmasını sağlamıştır. Böylelikle  yeni seçimlere muhalefetsiz giren  ülke 1927 yılına
gelindiğinde Mustafa Kemal’in devrim programının uygulamaya konulacağı bir görünüme
bürünmüştür. III. TBMM’in açılışından önce  15-23 Ekim 1927 tarihleri arasında
gerçekleştirilen CHF Kongresi’nde Gazi Mustafa Kemal Nutuk’u okuyarak muhalefetle
hesaplaşmayı tamamlamış geçmişle olan köprüleri atmıştır. Ancak kısa süre sonra tüm
dünyayı saran ekonomik bunalım genç Cumhuriyeti yol ayrımına getirdi.
Cumhuriyet rejimi İttihat ve Terakki’nin giriştiği ulusal burjuvaziyi yaratma siyasetini
sürdürmede kararlıydı. Ulusçuluğu çok daha belirgin olan yeni rejim korumacı bir iktisat
siyasetiyle sanayileşme amacındaydı. Bu yönde ilk adımlar 26 Ağustos 1924’te Türkiye İş
Bankasının kurulmasıyla atılmıştı. İş Bankası yapay bir sermaye artırımına giderek İttihatçı
sermayenin kalesi İtibar-ı Milli Bankası’nı satın almış (Haziran 1927) ve Ekim 1927’de
hazırlanan CHF’nin ilk tüzüğüne partinin ülkedeki tüm meslek kuruluşlarının yönetim
kurullarını denetim altında tutacağına ilişkin bir madde konmuştur. Sermaye üzerinde
kontrolü sağlayan yeni rejim sonraki adım olarak sanayileşme projesini  hayata geçirdi. 28
Mayıs 1927’de Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarılarak devleti sanayide etkin kılabilmek için
Sanayi ve Maadin Bankası kurulmuştu. Ancak Lozan Antlaşmasıyla 1929 sonuna kadar
gümrük tarifelerini yükseltmekten alıkonan Türkiye ithal ikameci bir sanayileşme siyaseti için
1930’lara kadar bekleyecekti. Dış ticaretteki açık Türk parasının değerini düşürdüğünden 3
gümrük tarifelerinin artırılmasıyla birlikte (1 Haziran 1929), Menkul Kıymetler ve Kambiyo
Borsalar Kanunu ile (16 Mart 1929) dışalıma kota sistemini getiren Türk Parasının Kıymetini
Koruma Kanunu çıkarıldı. Aslında tüm bu kararla ticaret burjuvazisini rejimden
uzaklaşmasını sağlamaya yeterliyken ek olarak gümrük tarifelerinin yükseltilmesi öncesi mal
yığma yoluna giden birçok şirket uluslararası iktisadi bunalımın ülkeye yansıması sonucunda
beklenen satışları yapamamış ve iflas etmişti.
Ülkenin ekonomik darboğazından rahatsız olan ticari çevrelerin 1929 sonu ve 1930 başlarında
devletçiliğe geçiş tartışmalarıyla tedirginliği artmıştı. Hükümet 1930 Nisanında bir İktisadi
Program yayımlamış rejimin sözcülüğünü yapan Hakimiyet-i Milliye gazetesi ise devletçilik
konusunda başyazılar yayımlamaya başlamıştır. Nitekim ülke içinde bazı çevrelerde uyanan
sosyalizme geçiş tedirginliğini kaldırmayı hedefleyen hükümet 1930 yılından Paris
büyükelçisi Ali Fethi Bey’e güdümlü bir muhalefet partisi kurduracak böylelikle muhalefeti
denetim altında tutmayı hedefleyecektir.  Serbest Fırkanın kurulmasından sonra da hükümet
ilk olarak iktisat politikasının mutedil devletçi olduğunu (ılımlı) resmen açıklayacaktır.
Serbest Fırka deneyiminin (12 Ağustos-17 Kasım 1930)  ciddi bir çokpartili yaşama geçiş
deneyimi olmadığı açıktır. Ekonomik bunalımın geniş kitleler üzerinde neden olduğu tepkileri
azaltabilmek için düşünülmüş ancak İzmir ve Samsun gibi ticaret merkezlerindeki yurttaşların
ilgisi karşısında endişe uyandırarak kapatılmıştır. Bununla birlikte Serbest Fırka’nın halktan
gördüğü ilgi hükümet çevrelerinde uyarıcı olmuştur. 1927’den beri denetimsizlik rehavetine
kapılmış olan rejim artık Milli Mücadele’deki zaferin getirdiği siyasal meşruluğun yeterli
olmadığını kendine çekidüzen vererek halkla iletişim kurması gerektiğini anlamıştı.
1927 yılına gelindiğinde iktidar partisi hükümet sultası nedeniyle  işlevlerini yitirmiş
durumdaydı. Bu nedenle yerel örgütler de atıl durumda kalmıştı. Bu noktada hem Cumhuriyet
hem de CHF tarihinin en önemli dönemeçlerinden olan 1931 Kongresi belirleyici oldu.
Serbest Fırkanın kapatılmasının ardından üç aylık bir yurt gezisine çıkan Gazi Mustafa Kemal
1931 Martında erken seçim kararı aldı. Seçimlerden sonra ise 10 Mayıs 1931’de CHF’nin
büyük kongresini topladı. Bu kongrede partinin programının özünü oluşturan Altı Ok kabul
edildi. Cumhuriyetçilik, ulusçuluk, halkçılık, devletçilik, laiklik ve devrimcilik ilkeleri içinde
rejimin 1931’de eriştiği siyasal bilinç açısından en dikkat çekeni devrimcilikti. Zira
devletçilik ve devrimcilik dışındaki ilkeler baştan beri rejimin niteliklerini temsil
etmekteydiler. 4
Türkiye’de cumhuriyet rejimi başlangıçta halk desteğini Milli Mücadele’nin askeri ve
diplomatik başarısı sayesinde arkasına almış ama sonrasında bu desteğin sürekliliğini sağlama
yolunda pek bir şey yapamamıştı. Devrimi ilke düzeyinde sahiplenebilecek burjuva sınıfı pek
zayıftı ayrıca bazı tereddütleri vardı. Kırsal alanda ise Güneydoğu Anadolu dışında toprak
sorunu yoktu. Toprak mülkiyetinin büyük çoğunluğu küçük ve orta boy birimlerden
oluşuyordu.  Yeni rejimin el değiştirmesine önayak olarak kendine toplumsal destek
sağlayabileceği bir mülkiyet zenginliği yoktu ülkede. 1931’e gelindiğinde tarımsal üretim
ancak savaş öncesi düzeyine çıkarılabilmişti. Aşarın bu toparlanma döneminde kaldırılmış
olması (17 Şubat 1925) ise normal koşullarda kaldırılmasının yaratabileceği olumlu psikolojik
etkiyi gölgede bırakmıştı. Ahmet Kuyaş’ın da belirttiği gibi başta demiryolu yapımı gelmek
üzere devlet ihaleleri dışında Ankara’nın halka sağlayabileceği herhangi bir kitlesel
zenginleşme fırsatı yoktu. Bu durumda ulusun Devrim’e bağlılığı ancak ideolojik düzeyde
sağlanabilirdi.
1931 yılı bu bilinçle hareket eden rejimin büyük çaplı bir eğitim ve propaganda hamlesine
giriştiği dönemdi. Böylelikle Cumhuriyetin gerektirdiği toplumu kurmak amaçlanıyordu. Bu
dönemde CHF İtalya ve Sovyetlerde olduğu gibi olur olmaz nedenlerle kitleleri sokağa
dökmeğe yanaşmadıysa da ulusal bayram günlerinin gösterişli geçit törenleriyle kutlanmasına
önem vermiştir. Özellikle 1933’te Cumhuriyetin 10. yıl kutlamaları pek görkemli olmuştur.
Bu tür kutlamalar hep Milli Mücadeleye gönderme yapılarak, askeri bir seferberlik havasında
tasarlanmaktaydı. Bu yaklaşım 1931’de Eğitim Bakanlığınca çıkarılan Tarih IV adlı
Cumhuriyet tarihi kitabına da yansımıştır.
Eğitim alanında da 1931’den itibaren ciddi bir atılım görülür. Okul ve öğrenci sayılarında
1931’den İkinci Dünya Savaşı başlarına kadar yaklaşık on yıllık dönemde genel ve sürekli bir
artış gözlenmekle birlikte bu sayılardaki en yüksek artış ortaöğretimde gerçekleşmiştir. Bunun
temel nedeni rejimin varlığına en çok ihtiyaç hissettiği şehirli orta sınıfı yetiştirme arzusuydu.
Eğitimin içeriği aynı dönemde Türk Tarih Tezini ileri süren Birinci Türk Tarih Kongresi’nin
toplanması (2 Temmuz 1932) ve Türk Dil Kurumunun oluşturulmasıyla (12 Temmuz 1932)
başlayan ulusçu seferberliğin istediği doğrultudaydı. Eğitilmiş şehirli kitle yaratma isteği okul
yaşı dışı kitleyi de hedefliyordu. 19 Şubat 1932’den itibaren kurulmaya başlayan halkevleri
aracılığıyla bu hedefe ulaşılmaya çalışılmıştır. 5
Latin harflerinin benimsenmesi ve bunu izleyen okuma yazma seferberliği okuryazar oranında
büyük bir artış sağladı. Okuma yazma bilenlerin oranı 1928’de yaklaşık %8 iken 1935’te
%20’nin üzerine çıktı. Rejimin eğitim çabası daha çok kent ve kasabalarda sürdü. Kırsal
kesim geriden geldi. Tutucu kırsal eşrafla kurulan ittifak bir kez daha köylüler arasında
eğitimin yaygınlaştırılması engellendi. Toprak ağaları kendi haklarını bilen ve şikayetlerini
dile getirebilen okuryazar ve siyasallaşmış köylüler görmek istemiyorlardı.  Bu konuda
Cumhuriyetin en dikkat çekici girişimi Atatürk sonrasında 1940’da kurulan Köy Enstitüleri
olacaktı.
Eğitim seferberliği kısa sürede olumlu sonuçlar verdi. 1923-1924 ders yılında İstanbul
Darülfünun’da 185’i kız, 1.903’ü erkek olmak üzere 2.088 öğrenci okurken; bu rakam 1931-
1932 ders yılında 512’si kız, 2.266’sı erkek olmak üzere 2.778’e yükseldi. Zaten İstanbul
Darülfünu’nu 1933 Ağustos’unda kapanacak ve aynı gün İstanbul Üniversitesi adıyla ve yeni
bir ruh ve anlayışla yeniden açılacaktır.1923-1924 ders yılında liselerde 230’u kız 1.011’i
erkek olmak üzere 1.241 öğrenci okumaktayken; 1931-1932 ders yılında bu rakam 942’si kız,
3.210’u erkek olmak üzere yaklaşık dört kat artmış ve 4.152’ye yükselmiştir. Ortaokullarda
okuyan öğrenci sayısı 5.095’ten (543 kız, 5.362 erkek) 24.825’e (5.726 kız, 10.109 erkek)
yükselmiştir.
En anlamlı yükselme öğretmen okullarında olmuş; bu okullarda okuyan öğrenci sayısı
2.528’den 5.154’e çıkmıştır. 1923-1924 ders yılında öğretmen okulu çıkışlıların toplamı 2.734
iken, bu sayı 1931-1932 ders yılında 7.149 olmuştur. Yine aynı dönemde ilkokullarda okuyan
öğrenci sayısı 336.061’den, 492.894’e yükselmiştir. 1923-1924 ders yılında imam ve hatip
yani din adamı yetiştiren okullarda okuyan öğrenci sayısı 2.258 iken, bu rakam 1931-1932
ders yılında sıfır olmuştur. Ancak bu konudaki eğitim politikası uzun dönemde zararlı olmuş;
devlet denetimi dışında bir tür özel yeraltı  eğitimini zorlamış ve bunun sonucunda önemli
ölçüde çağdışı ve bilgisiz bir din adamları grubu ortaya çıkmıştır.
Kemalist devrimin özü, daha önceleri değişik noktalarda da vurgulamış olduğumuz gibi;
felsefe olarak Tanrı egemenliğine dayanan bir monarşiden halk egemenliğine dayanan bir
Cumhuriyet’e geçilmesi; iç siyaset amacı olarak, monarşik iktidarın “kaderci kulları” yerine
çağdaş bir Cumhuriyet’in “onurlu vatandaşlarını” oluşturmak; dış siyaset amacı olarak da
“tam bağımsızlıktan kesinlikle ödün vermeden”, karşılıklı çıkar temeline dayanan eşitlikçi
ilişkiler kurmaktı. Tüm Kemalist devrimler aslında bu amaçlara yöneliktir. Osmanlı 6
İmparatorluğu döneminde, imparatorluk tebasının niteliği, daha doğrusu kökeni konusunda bir
belirsizlik vardı. Dünya üzerinde halklar; dil, din, ırk ya da mezhepleri ya da kimi zaman
kültürleri çerçevesinde “uluslaşırken” Osmanlı İmparatorluğu bu sürecin dışında kalmıştı.
Zaten çok farklı ulusları bünyesinde toplamış bir imparatorluk olarak, bu konuda bir şeyler
yapılabilmesi de pek mümkün değildi.
Osmanlı asker-sivil bürokratı daha 19. yüzyılın ikinci yarısından başlamak üzere,
Avrupa’daki ulusçuluk duygu ve düşüncesinin derin etkisi altına girmişti. Ancak Türkçülük,
Osmanlıcılık, İslâmcılık gibi akımlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun nesnel koşullarının uygun
olmamasından ötürü bu konudaki gereksinmeleri karşılayamamıştı.
Cumhuriyet kurulduğu zaman, imparatorluktan arda kalan topraklar üzerinde oldukça türdeş
bir halk yaşıyordu. Özellikle Batı ve Kuzey Anadolu’nun kimi yörelerinde yaşayan Rumların
Yunanistan’da yaşayan Türklerle değişiminden sonra (mübadele), bu türdeşlik artmıştı. Ancak
yine de Türkiye’de bir ırk birliğinden söz etmek mümkün değildi.
Tarihin büyük göç yollarından biri olan Anadolu’da “saf ırk”tan söz etmenin mümkün
olmaması bir yana, genç Cumhuriyet’in sınırları içinde dil ve kültür farklığı gösteren Kürtler,
Araplar, Çerkezler, Abhazalar, Gürcüler, Lazlar vb. gibi etnik gruplar yaşamaktaydı. Bu farklı
etnik gruplar pek çok bakımlardan ortak bir potada erimişlerdi. Ancak yine de belirli
bakımlardan farklı özellikler göstermekteydiler. İşte bu koşullar altında Türkiye
Cumhuriyeti’nin ulusçuluğu “toprak temeline” dayanan bir ulusçuluk olmak zorundaydı.
Fakat bu tür bir ulusçuluk için tarihin yeniden yorumlanması ve bu yeni tarih yorumunun
Cumhuriyet’in genç kuşaklarına benimsetilmesi gerekliydi.
Osmanlı İmparatorluğu zamanında okullarda tarih eğitimi Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşuyla
ya da Türklerin İslâmiyet’i kabul etmeleriyle başlatılırdı. Öncelikle bunu değiştirme yoluna gidildi
ve İslâmiyet öncesi Türkler’in tarihine önemle eğilindi. 23 Nisan 1930’da yapılan Türk Ocakları 6.
Kurultayı’nda alınan kararlar arasında Türk tarih ve uygarlığını bilimsel bir şekilde incelemek ve
araştırmak göreviyle yükümlü bir Türk Tarih Heyeti’nin oluşturulması vardı.
İlk toplantısını 4 Haziran 1930’da yapan Türk Tarih Heyeti, 29 Mart 1931’e dek Türk
Ocakları’na bağlı olarak sekiz toplantı yapmıştır. Ancak Türk Ocakları’nın Cumhuriyet Halk
Partisi’ne aktarılması üzerine bağımsız bir dernek olarak örgütlenme durumunda kalınmış ve
12 Nisan 1931’de kurulan bu dernek, ilk kez 26 Nisan 1931’de Türk Tarih Tetkik Cemiyeti 7
adı altında ilk toplantısını yapmıştır. Gerek derneğin kurulması ve gerekse ilk toplantısını
yapması Mustafa Kemal’in önergesiyle olmuştur.
Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin tüzüğünün dördüncü maddesine göre, amaçları şöyle
belirleniyordu.
a) Toplanarak bilimsel görüşmeler yapmak,
b) Türk tarihinin kaynaklarını araştırıp yayınlamak,
c) Türk tarihini aydınlatmaya yarayacak belge vb.yi sağlamak için gereken yerlere
araştırma ve inceleme kurulları göndermek,
d) Cemiyetinin çalışmalarının ürünlerini her türlü yollarla yayınlamak.
İlk kongresini 2 Temmuz 1932’de Ankara’da yapan Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, 1935
yılında Türk Tarihi Kurumu adını alacaktır. Yukarıda belirttiğimiz hedefler yönünde ve bu
çalışmalara paralel olarak okullarda tarih programları değiştirilirken, okullarda yapılan önemli
bir değişiklik de Yurttaşlık Bilgisi dersinin konulması olmuştur. Genç kuşaklarını “vatandaş”
olarak yetiştirmek amaç ve çabasında olan Cumhuriyet eğitimi bu ders çerçevesinde
“toplumsal ahlâk” ve “siyasal hak ve görevleri” öğretmeyi ve benimsetmeyi ilke edinmiştir.
Cumhuriyet bu konudaki atılımları girişirken önce, “İslâmiyet’in Türkçeleşmesine” çabaladı
ve Ocak 1932’de hem ezan, hem dualar ve hem de hutbeler Türkçe okunmaya başlandı. Daha
sonra da Türk dilini incelemek amacıyla bir kurum oluşturulmasının hazırlıkları başladı.
Aslında böyle bir Türk Dil Kurumu oluşturma çabalarına girişilmeden önce, 17 Şubat 1929’da
bir  Türkçe Sözlük hazırlanması amacıyla bu konudaki uzmanların katılmasıyla, İsmet Paşa
başkanlığında bir toplantı yapılmıştı. Genç Cumhuriyet diline “sahip çıkmaya” kararlıydı. 11
Temmuz 1932’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti 1. Kurultayı’nın kapandığı gece Mustafa
Kemal, “bu cemiyete kardeş bir dil cemiyeti” kurma kararı verdi ve 12 Temmuz 1932’de
İçişleri Bakanlığı’na verilen bir dilekçe ile Türk Dilini Tetkik Cemiyeti kuruldu. 1. Türk Dil
Kurultayı 26 Eylül 1932’de İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda toplandı. Bu kurultayda
cemiyetin amacı, “Türk dilinin de güzelliğini meydana çıkarmak, onu dünya dilleri arasında
değerine yaraşır güzelliğe eriştirmek” olarak belirleniyordu.
Yine aynı kurultayda yedi maddelik bir çalışma programı saptandı. Bu programa göre Türk
Dilini Tetkik Cemiyeti’nin amaçları:
a) Türk dilinin başka dil aileleriyle karşılaştırılması,8
b) Türk dilinin tarihsel ve karşılaştırılmalı gramerlerinin yazılması,
c) Anadolu ve Rumeli ağızlarından kelimelerin derlenmesi, Osmanlıca sözcüklere Türkçe
karşılık bulunması,
d) Türkçe bir sözlüğün ve gramerin hazırlanması,
e) Kurumun organı olarak bir derginin yayınlanması,
f) Türk dili üzerine yazılmış, yerli ve yabancı eserlerin toplanması ve gerekenlerin
çevrilmesi,
g) Terimlerin Türkçeleştirilmesi olarak belirlendi.
Erken cumhuriyetin toplumsal dönüşümleri arasında kadın haklarının özel bir yeri
bulunmaktadır. Aslında kadın haklarının yaygınlaştırılması İttihatçıların üstlendikleri bir Türk
burjuvazisi yaratma sürecinin parçasıydı. 1908’den sonra orta sınıf kadının durumu eğitim
olanaklarından daha kolay yararlanabileceği ölçüde iyileşti. İttihatçılar savaş sırasında
burjuvaziyi güçlendirdikleri gibi kadın konusunda da adımlar attılar. 1917 tarihli Aile Hukuku
Kararnamesi ile kadına boşanma hakkı verilmiş, poligami uygulaması kadının rızasına
bağlanmıştı. Cumhuriyet kadın hakları konusunda ilk önemli adımını 1926 yılında kabul ettiği
Medeni Kanun ile attı. Kadınlar tutucu geleneğin etkisinden kurtarılabilmek için eğitim içinde
eşit haklar kazandılar. 1930’ların başında kadınlar önce seçimlerde oy kullanma hakkını elde
ettiler 1934’te ise seçilme hakkına sahip oldular. 1930’larda kadınlar giderek yaygınlaşan
işgücünün bir parçası haline geldiler. Ülke sanayileştikçe ve Anadolu’da fabrikalar açıldıkça
işgücü ihtiyacı artmaya devam etti. Şubat 1935’te genel seçimler yapıldığında yeni meclise 18
kadın seçildi. Bunların 16’sı kentli, üçü lise, biri yüksekokul mezunuydu. İçerinden sadece
biri köylülüğü temsil ediyordu. Özürlü bir askerin eşi olan Şekibe İçel, Bursa’da kendine ait
küçük bir çiftliği yönetiyordu.
Türk kadının siyasal ve toplumsal statüsündeki bu hızlı yükselişi Genel Oy ve Eşit Yurttaşlık
İçin Uluslararası İttifak’ın 12. Kongresi’ne Kadınlar Birliğinin de davet edilmesiyle zirveye
çıktı. Rejimin tam destek verdiği Kongre Nisan 1935’te İstanbul Yıldız Sarayında toplandı.
Sadece kentlere ve kasabalara bakıldığında bile Kemalist Devrimin Türkiye’nin çehresini
büyük ölçüde değiştirdiği görülebiliyordu. Tüm girişimlere karşın bu değişimin izleri kırsal
alanda sınırlı kaldı.  Bununla birlikte 1930’larda tüm Türkiye’yi etkisine  alan değişim
rüzgarları Anadolu’da da kendini hissettirdi. Askere alınan köylülere orduda bulundukları
süre içinde okuma yazma, aynı zamanda hijyen ve teknolojiye dair bilgiler aktarıldı. Bu 9
askerler terhis olup köylerine döndüklerinde kazandıkları becerileri öteki köylülere de
öğrettiler. Bu insanlar içinden geldikleri ortamı ve zihniyeti bildikleri aynı dili konuşarak
iletişim kurabildikleri için kendi köylerinin doğal önderleri oldular.  Hükümetin demiryolu
siyaseti kayda değer bir etki yarattı ve Anadolu’yu ulusal pazarla bütünleştirmeyi hedefleyen
demiryolu şebekesinin yayılmasına yol açtı. Hükümet yabancı demiryollarını ulusallaştırarak
yenilerini inşa etti. Ankara –Sivas hattının Temmuz 1930’da tamamlanması büyük coşkuyla
karşılandı.
İstanbul ticaret alanında önderliğini korurken Ankara Cumhuriyet’in kültürel ve entelektüel
merkezi olarak gelişti. Ulusal tiyatrolar, opera ve bale grupları oluşturuldu. Böylelikle
seçkinler için bir Batılı kültürel ortam yaratıldı. Türk klasik kent müziğinin dinamik, devrimci
Türkiye için yetersiz kaldığı düşüncesiyle radyolarda yayını durdurularak klasik müzik
yayınları artırıldı. Ankara Batılı öğrenimin entelektüel merkezi haline geldi. 1927’de nüfusu
74’bin olan kent Cumhuriyetin 10. yıldönümünde 100 kişinin yaşadığı bir kente dönüşmüştü.
Erken Cumhuriyetin dış politika alanındaki gelişmeleri de hassas bir dengeyi yansıtıyordu.
1930’lu yıllar dünyanın revizyonist ve ant-revizyonist blok olarak ikiye ayrıldığı bir dönemdi.
Revizyonist blokun başındaki Almanya için başlıca amaç Versay statüsünü aşmaktı. 1933’te
ayrıntılı bir programla iktidara geldiğinde Almanya’yı tekrar silahlandırmak ve Avusturya,
Çekoslavakya (Sudet Bölgesi) ve Polonya koridoru gibi Almanların yaşadığı bütün toprakları
büyük  Reich içinde toplamayı hedefliyordu. Üstün ırk olduğuna inandığı Cermenlerin tüm
Avrupa’ya hakim olması, Polonya ve Rusya ovalarında, Romanya ve Kafkaslardaki petrol
rezervleri onun için hayati önem taşıyordu. Ancak 1914’te olduğu gibi iki cephede
savaşmamak için ilk önce Fransa’yı saf dışı bırakmak gerekiyordu.
Mussolini İtalya’sının bu kadar detaylı bir programı olmamakla birlikte AvusturyaMacaristan’dan boşalan Balkanlar’ı arzuluyordu. Roma İmparatorluğu dönemindeki  mare
nostrum’dan etkilenerek yeni bir mare nostro yani İtalya liderliğinde Akdeniz liderliği hayal
ediyordu. Ayrıca İtalyan kolonileri tarafından çevrilmiş son müsait bölge olan Etiyopya’yı
hammedde kaynağı ve kalabalık nüfuzu için ikinci bir vatan olarak görüyordu.
Japonya için hammadde kaynağı olarak gördüğü bölgeleri ele geçirmek dış pazarlara olan
bağımlılığı nedeniyle daha zordu. Japonya kendine yaşam alanı olarak Çin’i, Güzey Doğu
Asya, Endonezya, Filipinler hatta Avustralya’yı görmekteydi. 10
Revizyonist blokun karşısındaki blok ise 1919 antlaşmalarıyla sağlanan düzeni korumayı
hedefliyordu. Fransa faşizme kayan aşırı sağ ile istikrarsız hükümetleri paralize eden
komünistler arasında sıkıştığından güvenlik arayışındaydı. Almanya sınırına adeta Çin Seddi
gibi Maginot hattını inşa ederek bu sorunu çözmeye çalıştı. Ancak Almanlar bu hattı 1940’da
kolayca aştılar. Britanya 1919 sonrası gene denge politikasına döndü. 1930’lardaki politikası
revizyonist devletlerin Almanya’nın tekrar silahlanması, Avusturya’nın ilhakı gibi taleplerini
kabul ederek tansiyonun düşürülmesine dayanıyordu.
Türkiye  bu dönem izlediği dış politikada İtalya’nın yayılmacı girişimlerine karşı önlemler
almaya çalıştı. Ankara Moskova’yla ilişkilerini özellikle diplomatik alanda güçlendirmeyi
sürdürdü. Sovyetler Savaş Komiseri Voroşilov önderliğinde kalabalık bir heyeti Cumhuriyetin
10. yıl kutlamaları için Ankara’ya gönderdi. Bu arada hükümet Akdeniz’de iki büyük gücün
İngiltere ve Fransa’nın desteğini almaya çalışıyordu. Türkiye İtalya’nın muhtemel saldırısı
karşısında Boğazları tahkim etmek için Lozan Antlaşması’nın gözden geçirilmesini istiyordu
bu nedenle İngiliz ve Fransa’nın desteğine ihtiyaç duyuyordu. Nitekim Milletler Cemiyetinde
kolektif güvenlik anlayışını var gücüyle destekledi. İtalyan saldırısı karşısında Etiyopya’yı ve
İspanya İç  Savaşında Cumhuriyetçileri destekledi. 1934’te Balkan Antantı ve 1937’de
Sadabat Paktı Türkiye’nin çevresinde güvenlik koridoru oluşturma girişimlerini yansıtıyordu.
20 Temmuz 1936’da imzalanan Montreux Sözleşmesi ise Ankara için tam bir zaferdi.
Böylelikle Boğazlar üzerinde Türkiye’nin  tek söz sahibi olduğu onaylanıyordu. II. Dünya
Savaşı öncesinde çok önemli bir diplomatik kazanımdı söz konusu düzenleme.
Sonuç:
Cumhuriyetin erken yılları yalnızca siyasi bir dönüşüm ya da rejimin niteliksel değişimini
değil toplumsal olarak da dönüşümleri içerir. Modern Türkiye’nin oluşumunda bu dönemin
yeri ve önemi büyüktür. Bu süreç 19. yüzyılda başlayan reformlar sürecinin devrimci bir
anlayış içinde zirveye ulaşması olarak da değerlendirilebilir. Halkın gündelik yaşantısı
içerisinde karşılaştığı zorluklar göz önünde bulundurularak bu sorunların çağdaş batı normları
seviyesinde çözümlenilmesine çalışılmıştır. Eski hukuk düzeninin yetersizliği göz önünde
bulundurularak Medeni ve Ceza Ususl kanunları, İcra ve İflas Kanunu gibi yasalar
hazırlanmıştır. Mahkemeler düzene sokulmuştur. Eğitim devrimi kapsamında ise eskiden
“kul” olan “tebaa”dan “vatandaş” yapılabilmesine ilişkin düzenlemeler yapılmıştır. Uluslaşma 11
çabaları kapsamında Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti ve Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulmuştur.
Batı’nın yaşam biçimi ve sosyo-ekonomik kurumlarını benimsemek kararlılığında bulunan
devlet, soyadı kanunu, zaman ve değer ölçülerinin değiştirilmesi ve kılık-kıyafet
düzenlemeleri ile bu hususta önemli birer adım atmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder